4 Kasım 2011 Cuma

ÖLÜMDE BULUŞURUZ


          BÖLÜM I

Bin dokuz yüz yirmi baharı, Nisan'ın On üçünde sabaha karşı altı kırk dörtte Klaus dünyaya geldi. Masmavi gözlerini açtığında hemşireler onu sarmaladılar, yeni doğan bölümüne götürdüler. On iki gün küvezde kaldıktan sonra, babasının kucağında trenle Münih'e gidecekti.

Aynı yıl, aynı ay, aynı gün; Klaus'tan yalnızca yedi dakika sonra Andrii'nin sesi hastane koridorlarında yankılandı. Andrii yeni doğan bölümünde diğer bebeklere göre biraz fazla kaldı. Tam bir haftalık olduğu gün, anne babası Andrii'yi alıp iki gün süren bir yolculuktan sonra çınar ağaçlarının gölgesindeki evlerine götürdü.

Klaus'un ailesi Münih'teki Bayern fabrikasında çalışıyorlardı, her ikisi de eczacıydı. Büyük savaştan yeni çıkmış Almanya çok çalışıp hayatta kalmaya çalışan alt sınıfın kalabalığıyla doluyken az sayıdaki orta sınıf aileden biri de Klaus'un ailesiydi. Ailesinin nispeten biraz daha iyi olan mali durumu sayesinde Klaus iyi bir eğitim aldı. Ebebeynleri gibi eczacı olmayı reddetti zamanın popüler düşüncelerine kapılarak askeri okula girdi. Zayıf fiziğinin yarattığı dezavantajı, keskin zekasıyla kapattı, teğmen rütbesiyle pilot olarak mezun oldu.

Andrii çiftlikteki diğer çocuklarla birlikte ilk ve ortaokulu bitirmiş, okuldaki başarısına rağmen liseye devam edememişti. Çiftlikte hayvanlarla, binlerce dönümlük araziyle mücadele eden onlarca çalışandan biri olmuştu. Ağır işlerde çalışamayacak kadar ufak tefekti ama makineleri kullanmayı çabuk öğreniyordu, bunları kullanmakta yetenekliydi. Birkaç yıl sonra çiftlikteki tüm araçları kullanabilen değerli bir çalışan olmuştu. On dokuz yaşına geldiğinde, Sovyet Rusya'dan subaylar Minsk'e gelmiş, Andrii'nin de içinde bulunduğu birçok genci seferberlik nedeniyle büyük Kızıl Ordu'ya dahil etmişlerdi.

Yirminci yüzyılın otuz dokuzuncu yılında Nazi Almanya'sı Blitzkrieg (Yıldırım savaşı) taktiğini Polonya'da başarıyla uygularken Klaus, az sayıdaki düşman toplarını, tank ve tanksavarlarını, JU87'siyle etkisiz hale getiriyordu. İlginç, martı kanadı gibi kalkık kanat tasarımıyla JU87; düşmanın üstüne ölüm çığlığı atarak, dimdik, baş aşağı iniyor; yere varmak üzereyken bombasını bırakıp, tekrar gökyüzüne yükseliyordu. Bunları yaparken pilotlar olağanüstü bir şekilde odaklanmalıydılar. Çünkü bir an bile yükselmekte geç kalırlarsa kontrolü kaybedip yere çakılırlardı. Teğmen Klaus, bu savaşlarda gösterdiği başarıyla üsteğmenliğe yükseldi. Klaus o kadar parladı ki kullandığı JU87 ile birlikte resmi posta pullarına basıldı. Klaus'un da kendileri gibi eczacı olmasını isteyen ailesi, oğullarının resminin posta pullarında yer almasıyla gurur duyuyorlardı ancak biricik oğullarını kaybetme korkusuyla sarılıydılar.


 Nazilere birlikte hareket eden Sovyetler, eş zamanlı olarak Polonya'ya saldırmış ve doğu Polonya'yı kısa sürede işgal etmişti. Sovyet T-26 tankları, Varşova caddelerinde konvoy oluşturmuş, geçit yapıyorlardı. Andrii en öndeki T-26'nın içinden, şehrin ortasından geçen tankları izleyen, yenilmiş, perişan Polonya halkını izliyordu. Zayıf Polonya piyadelerini ve topçularını ait olduğu tankçı tümeniyle ezip geçmişlerdi. Ölen onca Leh askerin aileleri, akrabaları, arkadaşları muzaffer Kızıl Ordu'nun gövde gösterisini nefret ve çaresizlikle izliyor, gelecekte daha ne tür felaketlere uğrayacaklarını kestirmeye çalışıyorlardı. Andrii Varşova'dan Minsk'e bir kartpostal attı. "Hepinizi çok özledim, Varşova güzel bir yer. Buraya gelmek için yaptıklarımdan dolayı beni onbaşı yaptılar ve bir nişan verdiler. Varşova'dan sevgilerle... Oğlunuz, kardeşiniz, arkadaşınız Andrii " Kartpostalı aldıkları gün çiftlikte Andrii için bir ziyafet verildi. Bembeyaz tenli genç kızlar, o gece kendilerini Andrii'nin kollarında düşlediler. 


(Sovyet T 26 hafif tankı)

Kırk bir yılında, iki karizmatik lider karşı karşıya geldi. Adolf Hitler, Joseph Stalin'i alt edebilmek için çelikten atlarını Stalingrad, Moskova ve Kiev'e sürdü. Nazilere yaklaşık bir milyon mihver kuvveti destek veriyordu ve Almanlarla birlikte neredeyse beş milyon asker saldırıya katılıyordu. Dünya tarihinin en büyük ve kapsamlı harekatında Naziler o kadar çok ilerlediler ki ancak Moskova önlerinde durdurulabildiler. Kırk iki yılının ilk üç ayı Sovyet karşı atakları gelişti, Rusya eşsiz soğuğu ve inançlı askerleriyle Nazileri geri çekilmek zorunda bıraktı.


Kırk üç yılının 5 Temmuz'unda Naziler, Kursk çıkıntısında Sovyetleri imha etmek için genel bir saldırı başlattılar. Operasyonun tarihini önceden öğrenen Sovyetler, Nazi hava kuvvetlerini hazırlıksız yakalamak için erken saatlerde cephenin arkasına sarktılar. Almanları yerde vurmayı planlayan Ruslar büyük bir sürprizle karşılaştılar. Alman uçakları havadaydılar ve Sovyet YAK-9 ve Sturmovik'lerine saldırıyordu. Klaus , avcı Messerschmitt BF 109'ların korumasında JU87'siyle Sovyet mevzilerini vurmaya başlamıştı. İki kilometre ilerde, dört AA 37mm uçaksavarın bir Sovyet tankçı birliğini koruduğunu gördü. Klaus yanında yedi JU87 ile birliğe saldırdı. Uçaklar ikişerli olarak uçaksavarları susturmak için ayrıldılar. Klaus en doğudaki uçaksavarı kendine hedef olarak seçti. Uçaksavar, diğer JU87'ye mermilerini kusarken, Klaus kuzeye doğru bin metre yükseldi, ardından tam uçaksavarın üzerine ıslık çalarak, baş aşağı inmeye başladı. Uçaksavar Klaus'u fark edip, ona doğru yönelmeye başladığında ise artık çok geçti. Klaus makineli tüfeğin tetiğine asıldı, uçaksavarın başındaki dört Sovyet askeri kanlar içinde kaldı. İki saniye sonra Klaus bombalarını bıraktı ve yükseldi. Adrenalin doluydu...


(Messerschmitt BF 109 avcı uçağı)

(Junkers Stuka 87)
Andrii ve birliği yaklaşan Nazi Panzer birliklerini karşılamak için ağaçların ve çalıların arasına gizlenmişlerdi. Dört AA 37mm onları olağan bir hava saldırısına karşı savunuyordu. Andrii yaklaşan Nazi uçaklarının seslerini duydu, ardından telsizden hava saldırısı uyarısı geldi. Andrii motorlarını çalıştıran T-34'leri durdurdu. Tanklardan çıkacak egzos dumanı ve buhar gelen uçaklara el sallamak olurdu. Andrii uçaksavarlara güveniyordu ama kısa sürede uçaksavarlar sustu.


(Sovyet T 34 tankı)
Klaus alçaktan uçarak gizlenen tankların yerlerini belirlemeye çalıştı, kavak ağaçlarının arasındaki KV-1'i hedef olarak seçti. Çalıların arasında da iki T-34 olduğu belirlenmişti. Klaus güneydoğuya doğru hızla yükseldi, uzun ağaçların arasındaki KV-1'e doğru baş aşağı JU87'yi bıraktı.

Andrii tüyler ürperten ölüm ıslığını duyar duymaz, KV-1'in içinden çıkmaya çalıştı. Tankın kapağını açtı, diğerleri çıktılar. Birkaç saniye sonra KV-1 büyük ihtimalle vurulacak, ardından havaya uçacaktı. Tam tankın üstüne çıktığında nedensiz üzerine gelen JU87'ye baktı, öylece kalakaldı..

Klaus, KV-1'den kaçmaya çalışan Sovyet askerlerini gördü. Son Sovyet askeri tanktan çıkar çıkmaz doğruca Klaus'un gözlerine bakmıştı. İnanamıyordu. Tanktan çıkıp, ona bakan asker, Sovyet üniforması içindeki kendisiydi. Aynı uzun, ince burun; aynı derin mavi gözler... Tüm dünya soyutlaşmış, zaman yavaşlamış, sadece Klaus'un kendisi, tanktan çıkan kendisi ve birazdan parçalara ayrılacak KV-1 kalmıştı. O askerin hayal olduğunu sandı ve birbiri ardına bombalarını bıraktı. İlk defa vurduğu bir hedefin parçalanmasını, yok oluşunu görmek istiyordu...

 
(Sovyet KV1 ağır tankı)

Andrii, pilotun gözlerine saplanıp kaldı. Kaçamıyordu. O pilot elbisesinin içinde, gözlerine baktığı kişi kendisiydi. Belki gözlerinin dışında yüzünü göremiyordu ama biliyordu. Uçaktaki, Andrii'nin ta kendisiydi.

Klaus tankın üzerindeki adamın kaçmasını diledi ama adam kaçmadı ve parçalarına ayrıldı. Demek ki hayal değildi. Klaus kendisini öldürdüğü hissine kapıldı. Bu şaşkınlık içerisinde yükselmek için çok geç kaldığını anladı, uçağıyla patlayan tanktan yükselen alevlerin içine daldı...

Andrii üzerine bırakılan bombaları farketti, kaçmak istedi ama kaçamadı, patlayan bombaların oluşturduğu basınçla parçalara ayrıldı, iki saniye sonra tekrar parçalandığını hissetti...

Klaus ve Andrii; aynı yıl, aynı ay, aynı gün ve saatte doğan, iki başarılı savaşcı; aynı savaş alanında, aynı noktada, aynı cehennem sıcağında; bedenleri ve ruhlarıyla birbirlerine karıştılar...

BÖLÜM II

Varşova'da yağmurlu bir geceydi. Islak yollarda bir at arabası, ona eşlik eden iki atlı dört nala hastaneye doğru yol alıyorlardı. Atlılar, arabadan önce hastaneye gelip hemşireleri uyardılar. Maryla Wojcirchowski kan ter içinde, ağrı yüzünden kendinden geçmiş bir şekilde doğumhaneye alındı. Henüz on dokuz yaşındaki Wlodzislaw Wojciechowski eşinin elini hiç bırakmadan dua ediyordu. Maryla'nın şiddetli kanaması vardı, durumu gittikçe kötüleşiyordu. Güneş karanlığı ilk kırdığında, Maryla tüm gücünü tüketmiş, ilk bebeğini dünyaya getirmişti. Ancak içinde dışarı çıkmak isteyen bir hayat daha vardı. Güneş yüzünü hafiften gösterip, kırmızı bir portakal haline geldiğinde Maryla ikinci bebeğini doğurdu. İkizler, hemşireler tarafından yıkandılar, yan yana küvezlere konuldular. Wlodzislaw, biricik Mary'sinin yanından ayrılmak istemedi ama hemşireler onu uzaklaştırdılar. Maryla çok yorulmuştu, dinlenmesi gerekiyordu.

Öğleye doğru hemşireler Wlodzislaw'a oğullarını gösterdiler. İkisi de tıpkı annelerininki gibi derin, masmavi gözlere sahipti. Wlodzislaw, Mary'nin onları görmesini istedi ama hemşireler izin vermediler. Doktor Schmidt, Wlodzislaw'ı odasına davet etti, eşi Maryla'nın yorucu doğumu atlatamadığı söyledi. Maryla'nın öldüğünü duyduğunda Wlodzislaw kaskatı kesildi. Ardından Maryla'nın ismini haykırarak Doktor Schmidt'e ve diğerlerine beyhude atıldı. Onu sakinleştirmek isteyenlere şiddetle karşı koydu, sonunda kendini pencereden boşluğa bıraktı. Fakat ne büyük şansızlık ki ölmeyi, Maryla'sına kavuşmayı başaramadı.

Grzegorz Wojciechowski, intihar eden oğlunu ve torunlarını görmek için hastaneye gitti. Doktorlar Wlodzislaw'ın aklını kaçırdığını söylediler. Grzegorz oğluna sorular sordu. Wlodzislaw, babasını tanımıyordu, yeni doğan çocuklarını bilmiyordu, Maryla'yı hatırlamıyordu, hatta kendinin bile kim olduğunu bilmiyordu. Grzegorz doğum hastanesine gidip üç günlük torunlarını gördü ama onları almadı çünkü tek başına hem oğluna hem de torunlarına bakamazdı. Onları evlatlık vermeye karar verdi. Doktor Ortwin Scmidt ile konuştu. Doktor Scmidt, Grzegorz'a çocukları olmayan, Almanya'daki eczacı arkadaşlarından bahsetti. Durumları, Almanya'nın genel ekonomik şartlarına göre iyiydi ve belki ikizleri evlatlık almak isterlerdi. 

Philipp Blau, Ortwin'in telgrafını aldığında önce reddetmeyi düşündü ama karısı Jutte'a sordu. Savaştan hemen sonra evlenmişler ancak bir türlü çocukları olmamıştı. Bayern'in fabrikasında çalışan eczacılardı ve mali durumları fena sayılmazdı. Ancak yine de bu ekonomik koşullarda iki bebeğe birden bakmakta çok zorlanırlardı. Philipp, yalnızca bebeklerden birini evlat edinebileceklerini yazarak telgrafı cevapladı. 

İkiz bebeklerden sorumlu hemşire Nadzieja (Polonyaca umut) evlatlık verileceklerini duyduğunda Minsk'teki bir çiftlikte kahyalık yapan kocasıyla birlikte bebek hasreti çeken kuzeni Alieja'e (Alis şeklinde okunur) ikizlerden bahseden bir telgraf yolladı. Fedyusshyna, karısına kuzeni Nada'nın telgrafını okuduğunda Alieja ağlayarak o bebekleri çok istediğini söyledi. Fedyushhyna Fortunov, hemşire Nada'ya hemen cevap gönderdi, ardından kendileri de bir arabayla Varşova'ya doğru yola koyuldular.

Doktor Schmidt, Grzegorz'a Almanya'daki arkadaşlarının ikizlerden yalnızca birini alabileceklerini söyledi. Grzegorz, henüz isimleri bile olmayan torunlarından hangisini alacaklarını sordu. Ardından Hemşire Nada'nın Minsk'teki kuzenine ikizlerden bahsettiğini, isterse ikizleri birbirinden ayırmadan evlatlık verebileceğini söyledi Grzegorz'a.

Fedyushhyna ve Alicja Fortuno, Doktor Schmidt'in odasında Nada ve Grzegorz'la buluştu. Almanya'daki aileyi duyduğunda Alicja bebeklerden yalnızca birini alacağını söyledi. Yıllarca çocukları olmamıştı, bunun nasıl bir duygu olduğunu, nasıl ıstırap verdiğini iyi biliyordu. Diğer aile bebeksiz kalmasın diye Fortunovlar bebeklerden yalnızca birini aldılar. Ona Andrii ismini verdiler. Grzegorz'a her yıl mektup yazıp, Andrii hakkında bilgilendireceklerine dair söz verdiler. Geldikleri arabaya atlayıp, akşamüstü Minsk'e doğru yola çıktılar.

Philipp Blau telgrafı alır almaz fabrikadan izin alıp, trene bindi, Varşova'ya doğru yola koyuldu. Ortwin'in odasında, bebeğin dedesi Grzegorz'la buluştu, konuştu. Grzegorz ona bebeği vermeyi kabul etti. Philipp, her yıl bebekle ilgili Grzegorz'a mektup yazacağına söz verdi. Philipp, ertesi günkü trene bilet aldı, o gece Ortwin'de misafir oldu. Philipp yol boyu bebeğe ne isim vereceklerini düşünmüş, daha bebeği görmeden kararını vermişti. Ertesi gün, öğleden sonra, Philipp kucağında Klaus'la trene bindi, Münih'e döndü. Jutte, Münih'te bebeği emzirecek bir süt anne bulmuştu. Süt anne hasta bebeği için alacağı ilaçlar karşılığında Klaus'u emzirecekti. 

Andrii, kendisini emzirecek bir süt anne bulacak kadar şanslı değildi. Keçi sütü içerek büyüdü. Klaus'un tahtadan oyuncak arabaları, trenleri; Andrii'nin Toya isimli çoban köpeği oldu. Klaus babasıyla futbol izlemeye, oynamaya giderdi; Andrii çınar ağaçlarının arasında arkadaşlarıyla oyunlar oynardı. Birbirlerinden bihaber Polonyalı ikizler; birer Alman ve Rus olarak yetiştiler. İlk savaşlarında doğdukları ülkeyi fethettiler. Son savaşlarında ise ilk kez birbirleriyle, ölümde buluştular...

                                                ~SON~

29 Haziran 2011 Çarşamba

GÖZLEM

    
          Merhaba! Ben sıradan biriyim, yani herkes gibi ya da herkes gibi olmaya çalışan diyelim. Herkes nasıldır? Herkes kimdir? Herkes nerededir? Ben bunu gözlemlerim. Herkes tüm toplumdur işte. Bireyler önemsizdir sadece toplum, topluluk önemlidir.  Toplum olmazsa biz ne yapacağımızı şaşırırız, toplumu oluşturan bizler olmazsak da toplum diye bir şey olmaz. Ben de toplumun bir parçası olarak dışımdaki diğer herkesi izlerim. Dışarıda izlenecek o kadar çok insan var ki hepsine vakit ayıramam, sadece bazı şeyler dikkatimi çeker. Örneğin yol kenarındaki çiçeklerden üstüne basılmış olanlar gibi. Çiçekleri falan oradan geçen bir çok kişi görür elbette aynı benim de gördüğüm gibi. Onlar ne kadar güzel olduklarını falan düşünür, ben ise o ezilen çiçeğin üstüne kimin bastığını da düşünürüm.

İnsanlar; farklı olmaya çalışan aynılar. Herkes farklı renkte giyiniyor. Etekleri farklı, pantolonları, kravatları, çorapları, ayakkabıları, şapkaları... Ama aslında hepsi pantolon, etek, çorap, t-shirt... giyiyor. Markalar farklı, sergilenmek istenen farklı, gösteriş toplumu işte. Yani aynılar aynı zamanda. Neden? Neden bir şeyler giymek zorundayız, giyinmeyi bilmeyen bir çok güya bizden daha ilkel kabileler falan var, biz de örtünmesek şimdikinden daha "aynı" mı olurduk? Aynı olmak, farklı olmak neden önemli? Öleceğiz nasıl olsa. Tersten gidip farklı olmamaya çalışırsak yine "aynı" kümesi içerisinde kalır mıyız? Yoksa o zaman mı farklı oluruz? Mümkün mü farklı olmak, farklı ölmek?

           Arka arkaya sorularla çok kafanızı şişirmiş olmalıyım. Benim kafam çoğunlukla bu sorularla dolu. Bu yazıyı neden okuyorsunuz yada benim ne anlattığımın ne önemi var? Çünkü bu öykünün kahramanı benim. Siz benim öykümü okuyorsunuz, beni biraz tanımanız gerek sanırım. Bu öyküyle yazıldım, yaratıldım ben de. Sadece bu öykünün içinde yaşıyorum ama sizlerden de bir parça barındırıyorum. Beni okuyan her birey bana bir parçasını bırakıyor. Şimdiye kadar okuduklarınız laf salatasıydı, belki hiç de gerekli olmayan bölümüydü. Haydi asıl hikayeye geçelim artık.

           Biraz önce de dediğim gibi, ben insanları gözlerim. Her yerde, her an, her koşulda. Bu benim çok tabiatımdan gelen bir şey. Bir gün yine her zamanki gibi hayatın, bizim keyif almadığımız ama yapmak zorunda olduğumuz kısmında, yürüyordum. Dedim ya sıradan bir insanım. Karşıdan gelen insanların yüzlerine bakıyordum, onları tanımıyordum ama tanıdıklarmışçasına inceliyordum yüzleri. Onlar da bana bakarlar ama benden daha kısa süre. Bir anlığına. Kimin onlara baktığını merak ederler, neden baktığını. oysa öylesine bakıyorum işte. Kimseye bakmazsam nereye bakacağım. Yere? Göğe?  Adımımı bastığım yere? Ne tarafa gideceğime? Nereye gideceğimi hep biliyorum zaten, neden bakıyım ki?

           Yürüyerek, izleyerek, hızlıca metroya girdim. Abonman kartımı gösterdim, turnikelerden geçtim. İşimin gereği çoğu zaman yollardayım, toplu ulaşım her zaman daha hızlı oluyor, bu nedenle kendi arabamı pek kullanmıyorum. Ayrıca araç kullanırken diğer insanları izlemek pek mümkün olmuyor, hatta biraz tehlikeli. Dikkatim kendi aracımda ve diğer arabalarda falan olmalı. Her neyse beni götürecek tren geldi. Kendi manyak alışkanlıklarım vardır. Eğer tren bekleyeceksem istasyonun en başına yürür, ilk vagona binerim. Nasıl olduğunu bilmiyorum ama ilk vagonun ilk kapısının her durakta nerede durduğunu biliyorum, içgüdüsel bir davranış oldu bu benim için. Her seferinde tam kapıya denk geliyorum. Vagona geçip boş yerlerden birine kuruluyorum. Elinde alışveriş torbalarıyla bir teyze hemen yanıma oturuyor. Karşıma emekli bir amca, elinde röntgen dosyasıyla. Aklıma Pamela'nın şarkısı geliyor. -aşkı bulduğum, mutlu olduğum; hastalık dolu ellili yaşlarım-* okuldan çıkmış çocuklar görüyorum. Neşeli görünüyorlar ama mutsuz olduklarını düşünüyorlar. Mutsuz olduklarını düşündüklerini biliyorum çünkü ben de o yaşlarda ne kadar mutlu olduğumu anlayamamış hep mutsuzum sanmıştım. Hiçbir şey yolunda gitmez o yıllarda ama aslında bu, her şeyin gayet de kendi yolunda olmasıdır. Bir kaç üniversiteli vagonun diğer tarafındalar. Birbirleriyle bağırmadan konuşuyorlar, küçükler gibi değiller. Elinde alet çantasıyla, birbirine karışmış, tozdan grileşmiş saçlarıyla bir tesisatçı üniversitelilerin tam karşısına oturuyor. İki kadın memur dedikodu yaparak tesisatçının yanına oturuyorlar. Zaten iki kadın nerede bir araya gelse dedikodu yaparlar.  Memur kadınların tüm gün başka bir işle meşgul olduklarını sanmıyorum sürekli birbirleriyle dedikodular. Bir durak sonra bir kaç kişi daha biniyor vagona. İlginç; hiç kimse inmedi, ben binerken zaten vagonda olan güzel anne ve küçük kızı, sürekli tırnaklarıyla oynayan depresif bir kız, kollarında japonca bir şeyler yazılı dövmeleri olan genç irisi, farklı renklerde çoraplar giymiş, telaşlı görünen,  saçları çoktan dökülmüş kırklı yaşlardaki adam, hiçbiri inmedi. Yeni yoldaşlarımız, onlara bakan eski yolculardan gözlerini kaçırdılar, buldukları boş yerlere oturdular. Tam karşımdaki emekli amcanın yanına esmer bir kadın oturdu. Kıvırcık kısa saçları var, sanırım boyatmış çünkü derisine yakın yerdeki saç kökleri daha koyu. Beyaz puantiyeli yeşil bir gömlek giymiş. Koyu yeşil, asimetrik kesilmiş bir etek. kısa topuklu mat siyah ayakkabılar. Şık, ciddi bir işte çalışıyor gibi görünüyor ama ilginç, çanta taşımıyor. Ona daha önce neden dikkat etmedim ki. Halbuki resmen parlıyor. Işık saçan bir melek. Resmi giyimli kadının hemen arkasından binen henüz yirmili yaşların ortasındaki şu kıza. Bana baktı. Herkes gibi, O'na kimin baktığını merak etti, bir süre süzdü beni. Ben ise sadece ona baktım, ama sadece yüzünü görüyordum.

          Dudaklarına baktım, gözlerine, burnuna, yüzüne baktım. Sonra kendimi bir uçurumdan aşağı attım. Derin, sonsuz, insanı korkudan bembeyaz yapan; düşmeye devam ediyordum.  Her yer kapkaranlıktı, soğuk. Sadece o güldüğünde ışıklar yanıyor, her yan sıcacık oluyordu. Diğer insanlar kaybolmuştu; o kadınlar, adamlar, çocuklar, çantalar, çoraplar, gömlekler, renkler... Sadece o ve ben vardık. Sadece o ve ben. Ben düşüyordum o ise sabitti ama hep karşımda duruyordu. Vücudumun biçim değiştirdiğini hissediyordum ya da yok olduğunu, eridiğini, parçalandığını, atomlarına ayrıldığını. Hani küçük çocuklara sorarlar ya burnun nerede, gözlerin, ağzın, kulakların. İnanın o an hiçbirine yanıt veremezdim. Vücudumu o derece kaybettim. Nefes alamıyordum; hayır kalbimin attığını da hiç sanmıyorum. Yok olmuştum, o ise tüm gerçekliğiyle karşımdaydı. Tüm ışıklar sadece onu aydınlatıyordu diğer her yer karanlık. Ben o karanlığın içinde düşmeye devam ediyordum. Yavaşca ayağa kalktı. Bana doğru geliyordu. Gözlerimi kapattım, kokusunu tüm gücümle içime çektim, tüm yavaşlığıyla bana doğru geliyordu, tüm güzelliğiyle...  başım dönüyordu, içimde büyük bir ağırlık ve çözülen ayaklarım, uyuşan bacaklarım. Tekrar vagona döndük. O yanıma gelir gelmez tekrar eskiye döndük. Diğer insanlar varoldu. Ben varoldum ama varolmak istemiyordum. Diğerlerinden nefret ediyordum. Tren istasyona gelmişti, durdu. O, açılan aptal kapılardan çıktı. O'nu izledim, her zamanki gibi, diğerlerini izlediğim gibi ama peşinden gitmedim. Neden gitmedim bilmiyorum ama gitmedim. Belki de gitmeliydim. Tren yeniden hareket etti. Treni durdurmak istedim; geldiğimiz yere dönelim, o yine karşımda olsun istedim; yok olmak istedim, zamanı geri almanın bir yolu olsaydı keşke. Yine sadece o var olsun istedim ama çok geç kalmıştım. İçimde her şeye çoktan geç kalmışlık hissi çöktü. İsmini bilmiyordum hatta onunla ilgili hiçbir şey bilmiyordum, yüzünü biliyordum sadece, hala gözlerimin önünde bana gülümsüyordu...

                                                                     ~Son~



* Pamela Spence'in ilk albümü Eğer Dinlersen'deki Sevgi Yalanları isimli parçadan.

SOĞUK

                                      
      Yataktan üşüyerek kalktı. Temmuz ayında üşünmez mi? Saat, öğleden sonra ikiyi gösteriyordu. Yani günün en sıcak vaktiydi. Otuz sekiz buçuk derece ateşle çölde üşünmezdi belki. Kendini battaniyesine iyice sardı. Onu sarıp sarmalayanın battaniye değil, annesi olmasını diledi. Annesini kaybedeli yıllar olmuştu. Kaç yıl olduğunu bilmiyordu, hatırlamıyordu. Kafası inanılmaz ağırlaşmıştı, kaldıramıyordu. Dünyanın en tatlı yemeğini bile yese ağzının tadını düzeltemezdi. Yazın ortasında bu kadar üşütmesine neden olan gittiği aptal kamptı. Dağ havasıymış peh! O, kirli havaya alışkındı. Temiz hava onu sarhoş ederdi. Sadece değişik bir şeyler yapmak için hafta sonunda şehrin yüz doksan iki kilometre kuzeyine gitmiş, çadırda kalmış ve pazar günü yürüyüş yaparken ufak bir su birikintisinin üzerinden geçerken ayağı kayıp düşmüştü. O küçücük pis su birikintisinden mikrop kapmıştı galiba, çünkü öyle kolay kolay hasta olmazdı.


       Stres stres stres! Eski karısı çocuğunun okul durumuyla ilgili kafasını şişirmiş, yıllardan beri beraber çalıştığı bir şirket kendi şirketine kazık atmaya çalışmış, arabasına kırmızı ışıkta çöp arabası çarpmıştı. Bazı şeyler iyi gitmeliydi ama iyi giden tek şey kötü şansıydı. Boşandıktan sonra görüştüğü insanlar olmuştu ama o, daha çok arkadaşı olabilecek birini arıyordu. Herkesten çabuk sıkılıyordu. Bu tür ilişkiler de keşke iş hayatı gibi olsaydı ama değildi işte. Artık ölene kadar çalışmasa bile ona yetecek kadar çok parası vardı ama para hiçbir bok değildi. Keşke bir hafta önceki hastalık onu öldürseydi ama  birkaç gün yatağa mıhlanıp kalmıştı, o kadar. O başkaları gibi heyecan aramıyordu. Yani gidip bungee jumping yaptığında yada Everest'e tırmandığında daha iyi hissetmezdi. Aslında ne aradığını, nasıl mutlu olacağını bilmiyordu. Sadece öfkeliydi; kime, neye, nerede, ne zaman, nasıl ve niçin öfkelendiğini bilmiyordu ama hep öfkeliydi işte. Öfkesini tüm dünyadan çıkarmak istiyordu çünkü tüm dünya omuz omuza vermiş onun daha da öfkelenip, cinnet getirmesi için elinden geleni yapıyordu.

        Kampta güzel şeyler de olmuştu. Mesela yıllar sonra yıldızları görmüştü. Kafasını kaldırıp dakikalarca yıldızları izlemişti. Öylesine güzellerdi ki bu ışıl ışıl güzellik ona hoş bir sarhoşluk vermişti. Sonsuzluk hissetmişti onlara bakarken. Sonsuz bir boşluk. Belki de ihtiyacı olan buydu. "Sonsuz bir boşluk". Ancak ihtiyacı olanın boşluk olmadığını hasta olarak evde yattığı iki günde anlamıştı. Boş boş oturmak, düşünmek deliceydi. Belki kafası bozuktu ama delirmek de istemiyordu. O olmasa dünya daha mutlu olmazdı belki ama dünya olmasa o daha mutlu olurdu herhalde. Bir şeye ihtiyacı vardı, hiç bilmediği bir şeye. Çünkü eğer bilseydi ona sahip olmaya çalışırdı. İlla ki parayla olacak diye bir şey yok. Mesela bir kupayı kazanmak istese o kupayı kazanmaya çalışırdı. Onu elde etmek önemli değildi, onu elde etmeye çalışmak önemliydi. Evet belki de bir amacı yoktu bu dünyada. Sorun bu olabilir miydi? Olamazdı, şirketini daha da büyütmeye çalışıyor, çocuklarının en iyi şekilde yetişmesi için elinden geleni yapıyor, ülkeyi daha iyi yönetsinler diye siyasi bir gruba destek veriyor, en önemlisi mutlu olabileceği birini arıyordu. Amacı yoktu, amaçları vardı. Bunları yapmak için yaşamalıydı, o ise ölmek istiyordu. Ölmek için tek yapabildiği ise sağına soluna bakmadan karşıdan karşıya geçmekti. Çoğunlukla otomobil kullandığı için karşıdan karşıya geçerken ölmek bile zordu.

       Hayatta hep bir şeyleri seçmesi isteniyordu. O seçmemeyi seçmek istiyordu. Bunu neden yapamıyordu ki? Düşünsenize "Yaşamak mı?", "Ölmek mi?" diye soruyorlar. İkisinden birini seçmek zorundasın, peki neden? Hani aptal anket soruları vardır ya onlar gibi. "Bir uçaktasın, iki paraşüt var, yanında ise iki arkadaşın. hangisini kurtarırsın?" Neden ikisini birden kurtarıp kendimizi öldürmüyoruz? Uçak neden düşüyor? Biz uçağa neden binmişiz? Peki ya paraşütleri aşağı atıp üçümüz de ölürsek. Neden yaşamak zorundayız ki? Bir ıssız adaya düşersem yanıma alacağım üç şey? Neden ıssız adada yaşamak zorundayım? Kısa sürede ölüp adanın ıssız olma durumunu devam ettirmek en iyisi değil mi? Tüm bilim insan ömrünü uzatmaya çalışıyor, peki kuralları değiştirsek nasıl olurdu? Mesela tüm insanlar en sağlıklı ve enerjik oldukları beş yılda yeterli gelire sahip olsunlar. Gezsinler, yesinler, içsinler, sevişsinler; canları neyi, nasıl istiyorsa. Hayatının en eğlenceli olabilecek zamanlarını çalışarak geçirmişti, dışarıdaki diğer herkes gibi. Zaman öylesine hızlı geçmişti ki, o gençlik yıllar ise şimdiki zamandan daha hızlıydı.

      Ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Hiçbir zaman da öğrenemedi. Kendine sorduğu soruları başkalarına soramadı, kendi de bir cevap veremedi. Kendisine o soruları sorduğu ilk akşamdan beri her akşam aynı şeyi yaptı. Televizyonunu açtı, eline içkisini aldı, televizyon açık uyuya kaldı. Altmış ikisinde yeniden evlendi. Eşi kendisinden yedi yaş büyüktü, kadın yetmiş iki yaşından 6 gün almıştı ki bir sabah televizyonun karşısında uyanamadı. Kendisinin de karısı gibi televizyon başında ölmesini arzuladı, öyle de oldu. Karısından on, eski karısından dört yıl sonra sabahın dördünde bir boks maçını izlerken vücudu inanılmaz ağırlaştı, o yine de ayağa kalkmaya çalıştı ama daha kalkamadan koltuğa yeniden yığıldı. Ölürkenki tek pişmanlığı yıldızları tekrar o kadar parlak görememek oldu. Yıllardır hep sıcak olan vücudu en sonunda soğuktu.

                                                     ~SON~

18 Mayıs 2011 Çarşamba

METRODA YAŞAYAN ADAM


         Gülmeyeli, tebessüm bile etmeyeli altı ayı geçmişti. Son altı ayda hayatı evden işe gidip gelmekle geçmişti. Bir yatak odası, bir de mutfak dışındaki odalara girmemişti bile. Sevgilisi onu terkettiğinde, bir süre geri döner umuduyla yaşamıştı ama geri dönüşün olmayacağını idrak ettiğinde bile ruh hali eskiye dönmemiş, monotonun dışına çıkmamak normali haline gelmişti. Haftanın her bir boktan günü, mesainin her boktan saati, her bir bok dolu dakikası kağıt kürek işleriyle uğraşıyor, hataları falan düzeltiyordu. Onun için hayli basit ve hayli sıkıcı. Eskiden işini daha çok severdi. Gerçek defterlerin kağıt, mürekkep ve ter karışımı kokusunu; o defterlerdeki insan izlerini özlerdi. Bilgisayarlar her şeyi kolaylaştırmış gibi görünüyordu ama duyguları, onları hissetmemize yardımcı olan kokuları, diğer insanların izlerini yok etmişlerdi. Para bile dijitalleşmişti artık, kağıt para yoktu insanların cebinde. Artık muhasebe defterlerinde de muhasebecilerin el yazıları yoktu, sadece birbirinin tıpatıp aynısı karakterler, inanılmaz düzgünlükte hesap kayıtları. 

         Hayatındaki en sosyal anlar, iş arkadaşlarıyla birlikte çıktığı öğle yemekleriydi. Bu yemekler, iş yerindeki son dedikoduların döndüğü, yeni dedikoduların yaratıldığı zamanlardı. O ise sadece dinlediğini belli eder, sohbete katılmaz, pek fazla konuşmazdı. Konuşmak gereksiz geliyordu ona, ses çıkarmak falan, yorucuydu.

          Bir cuma sabahı işe gitmek için evden çıktı, sabahın ayıltan serinliğinde metroya doğru yürüdü. Aslında otobüsleri kullansa neredeyse hiç yürümeden de işe gidebilirdi ama o karayolunu sevmiyordu, hem yürümek güzeldi. Her sabah işe giderken, akşam eve dönerken metroyu kullanır, evi ile metro arasındaki yol ortalama yirmi dakika sürerdi. Trenler daha basitti, raylar düz. Araç trafiği ise tam bir kaostu, fonda sürekli korkunç bir gürültü; egzos bağırtıları, motor homurtuları, kornalar, bağrışmalar. Trenlerde böyle saçmalıklara yer yoktu, nerede nasıl ses çıkaracağını ezberlemişti lokomotifler, vagonlar.

          İstasyonun sonuna doğru ilerledi ve gelecek treni beklemeye koyuldu. Bu sırada istasyonun duvarında ilginç bir ilan gördü."Metro istasyonunda kiralık oda. Mutfağı ve WC'si mevcut. Ofis olarak da kullanılabilir". İlandaki numarayı not etti, gelen trene binerek işine gitti. Öğle tatilinde alışılagelenin dışında arkadaşlarıyla yemeğe çıkmadı. Ayaküstü bir yerde yemeğini aceleyle yedi ve not aldığı numarayı aradı.
     
       - Alo, merhaba. Ben şey... metrodaki kiralık oda ilanınız için aramıştım.
       - Buyrun, evet ilgileniyor musunuz?
       - Kesinlikle. Acaba hangi istasyonda olduğunu öğrenebilir miyim?
       - Kiralık ilanı sadece odanın bulunduğu istasyonda var. Yani ilanı gördüğünüz istasyonda.
       - Peki ev olarak da kullanılabilir mi?
       - Günün her anı tren geçeceği için çok gürültülü, ev olarak kullanılması pek mümkün değil. Ciddiyseniz yüz yüze görüşelim.

       Öğleden sonrası izin aldı, erken çıktı. Telefonda konuştuğu adamla görüşmeye gitti. Görüşme, metro işletmesi genel merkezinde orta katlardan birindeydi. Asansörü kullanmadı, onun için fazla kalabalık ve sıkışık bir yerdi. İstasyondaki oda aslında metro çalışanlarının kullanması için yapılmış fakat daha sonra gereksiz görülerek kapatılmıştı. Kira ücretine elektrik, su dahildi, tabi belli kotalar koyulmuştu ama tek başına bir adam için bunları aşmak zor olurdu. İstasyondaki mevcut  internet bağlantısından da yararlanabilirdi isterse. Gürültü ise onun sorunuydu, ister ev olarak kullanır ister ofis.

       Hemen ertesi gün istasyona taşınmaya başladı. Odanın temizliğini yaptı, üç beş parça eşyasını yerleştirdi. Odaya sığmayacak kalan tüm eşyayı adamın birine pazarlıksız sattı. Alarmlı radyosunu baş ucuna koydu, odada ses olsun diye çalıştırdı, on dakikada bir gelen trenlerin istasyona girerken çıkardıkları mekanik gürültü patırtı da radyonun sesini tam bastıramıyor, sessizliğin yalnızlığını keskinleştirmesini, onu huzursuz etmesini önlüyordu.

         Ona kendisini iyi hissettiren tek mekan ve zaman, mutfakta kendisine yemekler hazırladığı, kendince türlü tarifler denediği vakitlerdi. İcat etmeye koyulduğu tariflerin sonucu olan yemekler iyi de olsa, kötü de olsa afiyetle yerdi. Açıkçası kendince aşçılık yeteneğini hayli geliştirmişti. O cumartesi akşamı da yeni evinde ilk yemeğini yapacaktı. İşin gerçeği yorgunluktan ölüyordu ama akşam yemeğini geçiştirmeye niyeti yoktu. Tren seferleri daha seyrekleşti, yemeğini yedi, derin ve uzun bir uyku güzel bir yarın hayaliyle yatağına girdi.

         Ertesi sabah işe gitmek için metroya yürümedi,  zira zaten metroda yaşıyordu. Artık araçların, insanların trafiğin kaosundan, gürültüsünden uzaktı. Gelen ilk trene bindi, yedi istasyon sonra iş yerinin önüne kadar gelmişti. Sadece on dakika. Öğle molalarında isterse eve gelebilir yemeğini kendi evinde yiyebilirdi. Öğle molasında yine iş arkadaşlarıyla yemeğe çıktı. Her zamankinden farklı olarak taşındığı yeri anlattı onlara. bugün farklıydı çünkü o pek konuşmazdı, çoğunlukla dinlerdi. Bu kez herkesin ilgisini çekmiş, tüm yemek boyunca meraklı soruları yanıtlamıştı. Konuşmak, gerçekten sohbete dahil olmak ona iyi hissettirmişti. Sadece dinlemek sohbet etmek demek değildi.
    
        O akşam eve giderken yeni bir tarif denemeye karar verdi. Alışveriş listesini hazırlayıp, listedekileri satın almak için yolun hemen karşısındaki markete gitti. Bu orta halli, fazla çeşidi olmayan lakin aradığınız her şeyi bulabiliceğiniz dükkanın sahibiyle alışveriş sırasında biraz çene çaldı. Elinde torbalarıyla marketten çıktı. Batmakta olan güneş ne kadar da sıcak, kırmızı ve olağanüstü görünüyordu. Bu sırada elli yaşlarında, yeni emekli olmuş bir adam; emekli ikramiyesiyle aldığı yeni arabasıyla ilk kez trafiğe çıkıyordu. Yolun ortasında ona doğru bakan adamı gördü son ana kadar çekileceğini düşündü ama adam çekilmedi. Araba içerisinde sürekli homurdanan motorun bulunduğu ağır metal gövdesiyle Metroda Yaşayan Adama çarptı...
                                                                 ~SON~