29 Haziran 2011 Çarşamba

GÖZLEM

    
          Merhaba! Ben sıradan biriyim, yani herkes gibi ya da herkes gibi olmaya çalışan diyelim. Herkes nasıldır? Herkes kimdir? Herkes nerededir? Ben bunu gözlemlerim. Herkes tüm toplumdur işte. Bireyler önemsizdir sadece toplum, topluluk önemlidir.  Toplum olmazsa biz ne yapacağımızı şaşırırız, toplumu oluşturan bizler olmazsak da toplum diye bir şey olmaz. Ben de toplumun bir parçası olarak dışımdaki diğer herkesi izlerim. Dışarıda izlenecek o kadar çok insan var ki hepsine vakit ayıramam, sadece bazı şeyler dikkatimi çeker. Örneğin yol kenarındaki çiçeklerden üstüne basılmış olanlar gibi. Çiçekleri falan oradan geçen bir çok kişi görür elbette aynı benim de gördüğüm gibi. Onlar ne kadar güzel olduklarını falan düşünür, ben ise o ezilen çiçeğin üstüne kimin bastığını da düşünürüm.

İnsanlar; farklı olmaya çalışan aynılar. Herkes farklı renkte giyiniyor. Etekleri farklı, pantolonları, kravatları, çorapları, ayakkabıları, şapkaları... Ama aslında hepsi pantolon, etek, çorap, t-shirt... giyiyor. Markalar farklı, sergilenmek istenen farklı, gösteriş toplumu işte. Yani aynılar aynı zamanda. Neden? Neden bir şeyler giymek zorundayız, giyinmeyi bilmeyen bir çok güya bizden daha ilkel kabileler falan var, biz de örtünmesek şimdikinden daha "aynı" mı olurduk? Aynı olmak, farklı olmak neden önemli? Öleceğiz nasıl olsa. Tersten gidip farklı olmamaya çalışırsak yine "aynı" kümesi içerisinde kalır mıyız? Yoksa o zaman mı farklı oluruz? Mümkün mü farklı olmak, farklı ölmek?

           Arka arkaya sorularla çok kafanızı şişirmiş olmalıyım. Benim kafam çoğunlukla bu sorularla dolu. Bu yazıyı neden okuyorsunuz yada benim ne anlattığımın ne önemi var? Çünkü bu öykünün kahramanı benim. Siz benim öykümü okuyorsunuz, beni biraz tanımanız gerek sanırım. Bu öyküyle yazıldım, yaratıldım ben de. Sadece bu öykünün içinde yaşıyorum ama sizlerden de bir parça barındırıyorum. Beni okuyan her birey bana bir parçasını bırakıyor. Şimdiye kadar okuduklarınız laf salatasıydı, belki hiç de gerekli olmayan bölümüydü. Haydi asıl hikayeye geçelim artık.

           Biraz önce de dediğim gibi, ben insanları gözlerim. Her yerde, her an, her koşulda. Bu benim çok tabiatımdan gelen bir şey. Bir gün yine her zamanki gibi hayatın, bizim keyif almadığımız ama yapmak zorunda olduğumuz kısmında, yürüyordum. Dedim ya sıradan bir insanım. Karşıdan gelen insanların yüzlerine bakıyordum, onları tanımıyordum ama tanıdıklarmışçasına inceliyordum yüzleri. Onlar da bana bakarlar ama benden daha kısa süre. Bir anlığına. Kimin onlara baktığını merak ederler, neden baktığını. oysa öylesine bakıyorum işte. Kimseye bakmazsam nereye bakacağım. Yere? Göğe?  Adımımı bastığım yere? Ne tarafa gideceğime? Nereye gideceğimi hep biliyorum zaten, neden bakıyım ki?

           Yürüyerek, izleyerek, hızlıca metroya girdim. Abonman kartımı gösterdim, turnikelerden geçtim. İşimin gereği çoğu zaman yollardayım, toplu ulaşım her zaman daha hızlı oluyor, bu nedenle kendi arabamı pek kullanmıyorum. Ayrıca araç kullanırken diğer insanları izlemek pek mümkün olmuyor, hatta biraz tehlikeli. Dikkatim kendi aracımda ve diğer arabalarda falan olmalı. Her neyse beni götürecek tren geldi. Kendi manyak alışkanlıklarım vardır. Eğer tren bekleyeceksem istasyonun en başına yürür, ilk vagona binerim. Nasıl olduğunu bilmiyorum ama ilk vagonun ilk kapısının her durakta nerede durduğunu biliyorum, içgüdüsel bir davranış oldu bu benim için. Her seferinde tam kapıya denk geliyorum. Vagona geçip boş yerlerden birine kuruluyorum. Elinde alışveriş torbalarıyla bir teyze hemen yanıma oturuyor. Karşıma emekli bir amca, elinde röntgen dosyasıyla. Aklıma Pamela'nın şarkısı geliyor. -aşkı bulduğum, mutlu olduğum; hastalık dolu ellili yaşlarım-* okuldan çıkmış çocuklar görüyorum. Neşeli görünüyorlar ama mutsuz olduklarını düşünüyorlar. Mutsuz olduklarını düşündüklerini biliyorum çünkü ben de o yaşlarda ne kadar mutlu olduğumu anlayamamış hep mutsuzum sanmıştım. Hiçbir şey yolunda gitmez o yıllarda ama aslında bu, her şeyin gayet de kendi yolunda olmasıdır. Bir kaç üniversiteli vagonun diğer tarafındalar. Birbirleriyle bağırmadan konuşuyorlar, küçükler gibi değiller. Elinde alet çantasıyla, birbirine karışmış, tozdan grileşmiş saçlarıyla bir tesisatçı üniversitelilerin tam karşısına oturuyor. İki kadın memur dedikodu yaparak tesisatçının yanına oturuyorlar. Zaten iki kadın nerede bir araya gelse dedikodu yaparlar.  Memur kadınların tüm gün başka bir işle meşgul olduklarını sanmıyorum sürekli birbirleriyle dedikodular. Bir durak sonra bir kaç kişi daha biniyor vagona. İlginç; hiç kimse inmedi, ben binerken zaten vagonda olan güzel anne ve küçük kızı, sürekli tırnaklarıyla oynayan depresif bir kız, kollarında japonca bir şeyler yazılı dövmeleri olan genç irisi, farklı renklerde çoraplar giymiş, telaşlı görünen,  saçları çoktan dökülmüş kırklı yaşlardaki adam, hiçbiri inmedi. Yeni yoldaşlarımız, onlara bakan eski yolculardan gözlerini kaçırdılar, buldukları boş yerlere oturdular. Tam karşımdaki emekli amcanın yanına esmer bir kadın oturdu. Kıvırcık kısa saçları var, sanırım boyatmış çünkü derisine yakın yerdeki saç kökleri daha koyu. Beyaz puantiyeli yeşil bir gömlek giymiş. Koyu yeşil, asimetrik kesilmiş bir etek. kısa topuklu mat siyah ayakkabılar. Şık, ciddi bir işte çalışıyor gibi görünüyor ama ilginç, çanta taşımıyor. Ona daha önce neden dikkat etmedim ki. Halbuki resmen parlıyor. Işık saçan bir melek. Resmi giyimli kadının hemen arkasından binen henüz yirmili yaşların ortasındaki şu kıza. Bana baktı. Herkes gibi, O'na kimin baktığını merak etti, bir süre süzdü beni. Ben ise sadece ona baktım, ama sadece yüzünü görüyordum.

          Dudaklarına baktım, gözlerine, burnuna, yüzüne baktım. Sonra kendimi bir uçurumdan aşağı attım. Derin, sonsuz, insanı korkudan bembeyaz yapan; düşmeye devam ediyordum.  Her yer kapkaranlıktı, soğuk. Sadece o güldüğünde ışıklar yanıyor, her yan sıcacık oluyordu. Diğer insanlar kaybolmuştu; o kadınlar, adamlar, çocuklar, çantalar, çoraplar, gömlekler, renkler... Sadece o ve ben vardık. Sadece o ve ben. Ben düşüyordum o ise sabitti ama hep karşımda duruyordu. Vücudumun biçim değiştirdiğini hissediyordum ya da yok olduğunu, eridiğini, parçalandığını, atomlarına ayrıldığını. Hani küçük çocuklara sorarlar ya burnun nerede, gözlerin, ağzın, kulakların. İnanın o an hiçbirine yanıt veremezdim. Vücudumu o derece kaybettim. Nefes alamıyordum; hayır kalbimin attığını da hiç sanmıyorum. Yok olmuştum, o ise tüm gerçekliğiyle karşımdaydı. Tüm ışıklar sadece onu aydınlatıyordu diğer her yer karanlık. Ben o karanlığın içinde düşmeye devam ediyordum. Yavaşca ayağa kalktı. Bana doğru geliyordu. Gözlerimi kapattım, kokusunu tüm gücümle içime çektim, tüm yavaşlığıyla bana doğru geliyordu, tüm güzelliğiyle...  başım dönüyordu, içimde büyük bir ağırlık ve çözülen ayaklarım, uyuşan bacaklarım. Tekrar vagona döndük. O yanıma gelir gelmez tekrar eskiye döndük. Diğer insanlar varoldu. Ben varoldum ama varolmak istemiyordum. Diğerlerinden nefret ediyordum. Tren istasyona gelmişti, durdu. O, açılan aptal kapılardan çıktı. O'nu izledim, her zamanki gibi, diğerlerini izlediğim gibi ama peşinden gitmedim. Neden gitmedim bilmiyorum ama gitmedim. Belki de gitmeliydim. Tren yeniden hareket etti. Treni durdurmak istedim; geldiğimiz yere dönelim, o yine karşımda olsun istedim; yok olmak istedim, zamanı geri almanın bir yolu olsaydı keşke. Yine sadece o var olsun istedim ama çok geç kalmıştım. İçimde her şeye çoktan geç kalmışlık hissi çöktü. İsmini bilmiyordum hatta onunla ilgili hiçbir şey bilmiyordum, yüzünü biliyordum sadece, hala gözlerimin önünde bana gülümsüyordu...

                                                                     ~Son~



* Pamela Spence'in ilk albümü Eğer Dinlersen'deki Sevgi Yalanları isimli parçadan.

SOĞUK

                                      
      Yataktan üşüyerek kalktı. Temmuz ayında üşünmez mi? Saat, öğleden sonra ikiyi gösteriyordu. Yani günün en sıcak vaktiydi. Otuz sekiz buçuk derece ateşle çölde üşünmezdi belki. Kendini battaniyesine iyice sardı. Onu sarıp sarmalayanın battaniye değil, annesi olmasını diledi. Annesini kaybedeli yıllar olmuştu. Kaç yıl olduğunu bilmiyordu, hatırlamıyordu. Kafası inanılmaz ağırlaşmıştı, kaldıramıyordu. Dünyanın en tatlı yemeğini bile yese ağzının tadını düzeltemezdi. Yazın ortasında bu kadar üşütmesine neden olan gittiği aptal kamptı. Dağ havasıymış peh! O, kirli havaya alışkındı. Temiz hava onu sarhoş ederdi. Sadece değişik bir şeyler yapmak için hafta sonunda şehrin yüz doksan iki kilometre kuzeyine gitmiş, çadırda kalmış ve pazar günü yürüyüş yaparken ufak bir su birikintisinin üzerinden geçerken ayağı kayıp düşmüştü. O küçücük pis su birikintisinden mikrop kapmıştı galiba, çünkü öyle kolay kolay hasta olmazdı.


       Stres stres stres! Eski karısı çocuğunun okul durumuyla ilgili kafasını şişirmiş, yıllardan beri beraber çalıştığı bir şirket kendi şirketine kazık atmaya çalışmış, arabasına kırmızı ışıkta çöp arabası çarpmıştı. Bazı şeyler iyi gitmeliydi ama iyi giden tek şey kötü şansıydı. Boşandıktan sonra görüştüğü insanlar olmuştu ama o, daha çok arkadaşı olabilecek birini arıyordu. Herkesten çabuk sıkılıyordu. Bu tür ilişkiler de keşke iş hayatı gibi olsaydı ama değildi işte. Artık ölene kadar çalışmasa bile ona yetecek kadar çok parası vardı ama para hiçbir bok değildi. Keşke bir hafta önceki hastalık onu öldürseydi ama  birkaç gün yatağa mıhlanıp kalmıştı, o kadar. O başkaları gibi heyecan aramıyordu. Yani gidip bungee jumping yaptığında yada Everest'e tırmandığında daha iyi hissetmezdi. Aslında ne aradığını, nasıl mutlu olacağını bilmiyordu. Sadece öfkeliydi; kime, neye, nerede, ne zaman, nasıl ve niçin öfkelendiğini bilmiyordu ama hep öfkeliydi işte. Öfkesini tüm dünyadan çıkarmak istiyordu çünkü tüm dünya omuz omuza vermiş onun daha da öfkelenip, cinnet getirmesi için elinden geleni yapıyordu.

        Kampta güzel şeyler de olmuştu. Mesela yıllar sonra yıldızları görmüştü. Kafasını kaldırıp dakikalarca yıldızları izlemişti. Öylesine güzellerdi ki bu ışıl ışıl güzellik ona hoş bir sarhoşluk vermişti. Sonsuzluk hissetmişti onlara bakarken. Sonsuz bir boşluk. Belki de ihtiyacı olan buydu. "Sonsuz bir boşluk". Ancak ihtiyacı olanın boşluk olmadığını hasta olarak evde yattığı iki günde anlamıştı. Boş boş oturmak, düşünmek deliceydi. Belki kafası bozuktu ama delirmek de istemiyordu. O olmasa dünya daha mutlu olmazdı belki ama dünya olmasa o daha mutlu olurdu herhalde. Bir şeye ihtiyacı vardı, hiç bilmediği bir şeye. Çünkü eğer bilseydi ona sahip olmaya çalışırdı. İlla ki parayla olacak diye bir şey yok. Mesela bir kupayı kazanmak istese o kupayı kazanmaya çalışırdı. Onu elde etmek önemli değildi, onu elde etmeye çalışmak önemliydi. Evet belki de bir amacı yoktu bu dünyada. Sorun bu olabilir miydi? Olamazdı, şirketini daha da büyütmeye çalışıyor, çocuklarının en iyi şekilde yetişmesi için elinden geleni yapıyor, ülkeyi daha iyi yönetsinler diye siyasi bir gruba destek veriyor, en önemlisi mutlu olabileceği birini arıyordu. Amacı yoktu, amaçları vardı. Bunları yapmak için yaşamalıydı, o ise ölmek istiyordu. Ölmek için tek yapabildiği ise sağına soluna bakmadan karşıdan karşıya geçmekti. Çoğunlukla otomobil kullandığı için karşıdan karşıya geçerken ölmek bile zordu.

       Hayatta hep bir şeyleri seçmesi isteniyordu. O seçmemeyi seçmek istiyordu. Bunu neden yapamıyordu ki? Düşünsenize "Yaşamak mı?", "Ölmek mi?" diye soruyorlar. İkisinden birini seçmek zorundasın, peki neden? Hani aptal anket soruları vardır ya onlar gibi. "Bir uçaktasın, iki paraşüt var, yanında ise iki arkadaşın. hangisini kurtarırsın?" Neden ikisini birden kurtarıp kendimizi öldürmüyoruz? Uçak neden düşüyor? Biz uçağa neden binmişiz? Peki ya paraşütleri aşağı atıp üçümüz de ölürsek. Neden yaşamak zorundayız ki? Bir ıssız adaya düşersem yanıma alacağım üç şey? Neden ıssız adada yaşamak zorundayım? Kısa sürede ölüp adanın ıssız olma durumunu devam ettirmek en iyisi değil mi? Tüm bilim insan ömrünü uzatmaya çalışıyor, peki kuralları değiştirsek nasıl olurdu? Mesela tüm insanlar en sağlıklı ve enerjik oldukları beş yılda yeterli gelire sahip olsunlar. Gezsinler, yesinler, içsinler, sevişsinler; canları neyi, nasıl istiyorsa. Hayatının en eğlenceli olabilecek zamanlarını çalışarak geçirmişti, dışarıdaki diğer herkes gibi. Zaman öylesine hızlı geçmişti ki, o gençlik yıllar ise şimdiki zamandan daha hızlıydı.

      Ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Hiçbir zaman da öğrenemedi. Kendine sorduğu soruları başkalarına soramadı, kendi de bir cevap veremedi. Kendisine o soruları sorduğu ilk akşamdan beri her akşam aynı şeyi yaptı. Televizyonunu açtı, eline içkisini aldı, televizyon açık uyuya kaldı. Altmış ikisinde yeniden evlendi. Eşi kendisinden yedi yaş büyüktü, kadın yetmiş iki yaşından 6 gün almıştı ki bir sabah televizyonun karşısında uyanamadı. Kendisinin de karısı gibi televizyon başında ölmesini arzuladı, öyle de oldu. Karısından on, eski karısından dört yıl sonra sabahın dördünde bir boks maçını izlerken vücudu inanılmaz ağırlaştı, o yine de ayağa kalkmaya çalıştı ama daha kalkamadan koltuğa yeniden yığıldı. Ölürkenki tek pişmanlığı yıldızları tekrar o kadar parlak görememek oldu. Yıllardır hep sıcak olan vücudu en sonunda soğuktu.

                                                     ~SON~