29 Haziran 2011 Çarşamba

SOĞUK

                                      
      Yataktan üşüyerek kalktı. Temmuz ayında üşünmez mi? Saat, öğleden sonra ikiyi gösteriyordu. Yani günün en sıcak vaktiydi. Otuz sekiz buçuk derece ateşle çölde üşünmezdi belki. Kendini battaniyesine iyice sardı. Onu sarıp sarmalayanın battaniye değil, annesi olmasını diledi. Annesini kaybedeli yıllar olmuştu. Kaç yıl olduğunu bilmiyordu, hatırlamıyordu. Kafası inanılmaz ağırlaşmıştı, kaldıramıyordu. Dünyanın en tatlı yemeğini bile yese ağzının tadını düzeltemezdi. Yazın ortasında bu kadar üşütmesine neden olan gittiği aptal kamptı. Dağ havasıymış peh! O, kirli havaya alışkındı. Temiz hava onu sarhoş ederdi. Sadece değişik bir şeyler yapmak için hafta sonunda şehrin yüz doksan iki kilometre kuzeyine gitmiş, çadırda kalmış ve pazar günü yürüyüş yaparken ufak bir su birikintisinin üzerinden geçerken ayağı kayıp düşmüştü. O küçücük pis su birikintisinden mikrop kapmıştı galiba, çünkü öyle kolay kolay hasta olmazdı.


       Stres stres stres! Eski karısı çocuğunun okul durumuyla ilgili kafasını şişirmiş, yıllardan beri beraber çalıştığı bir şirket kendi şirketine kazık atmaya çalışmış, arabasına kırmızı ışıkta çöp arabası çarpmıştı. Bazı şeyler iyi gitmeliydi ama iyi giden tek şey kötü şansıydı. Boşandıktan sonra görüştüğü insanlar olmuştu ama o, daha çok arkadaşı olabilecek birini arıyordu. Herkesten çabuk sıkılıyordu. Bu tür ilişkiler de keşke iş hayatı gibi olsaydı ama değildi işte. Artık ölene kadar çalışmasa bile ona yetecek kadar çok parası vardı ama para hiçbir bok değildi. Keşke bir hafta önceki hastalık onu öldürseydi ama  birkaç gün yatağa mıhlanıp kalmıştı, o kadar. O başkaları gibi heyecan aramıyordu. Yani gidip bungee jumping yaptığında yada Everest'e tırmandığında daha iyi hissetmezdi. Aslında ne aradığını, nasıl mutlu olacağını bilmiyordu. Sadece öfkeliydi; kime, neye, nerede, ne zaman, nasıl ve niçin öfkelendiğini bilmiyordu ama hep öfkeliydi işte. Öfkesini tüm dünyadan çıkarmak istiyordu çünkü tüm dünya omuz omuza vermiş onun daha da öfkelenip, cinnet getirmesi için elinden geleni yapıyordu.

        Kampta güzel şeyler de olmuştu. Mesela yıllar sonra yıldızları görmüştü. Kafasını kaldırıp dakikalarca yıldızları izlemişti. Öylesine güzellerdi ki bu ışıl ışıl güzellik ona hoş bir sarhoşluk vermişti. Sonsuzluk hissetmişti onlara bakarken. Sonsuz bir boşluk. Belki de ihtiyacı olan buydu. "Sonsuz bir boşluk". Ancak ihtiyacı olanın boşluk olmadığını hasta olarak evde yattığı iki günde anlamıştı. Boş boş oturmak, düşünmek deliceydi. Belki kafası bozuktu ama delirmek de istemiyordu. O olmasa dünya daha mutlu olmazdı belki ama dünya olmasa o daha mutlu olurdu herhalde. Bir şeye ihtiyacı vardı, hiç bilmediği bir şeye. Çünkü eğer bilseydi ona sahip olmaya çalışırdı. İlla ki parayla olacak diye bir şey yok. Mesela bir kupayı kazanmak istese o kupayı kazanmaya çalışırdı. Onu elde etmek önemli değildi, onu elde etmeye çalışmak önemliydi. Evet belki de bir amacı yoktu bu dünyada. Sorun bu olabilir miydi? Olamazdı, şirketini daha da büyütmeye çalışıyor, çocuklarının en iyi şekilde yetişmesi için elinden geleni yapıyor, ülkeyi daha iyi yönetsinler diye siyasi bir gruba destek veriyor, en önemlisi mutlu olabileceği birini arıyordu. Amacı yoktu, amaçları vardı. Bunları yapmak için yaşamalıydı, o ise ölmek istiyordu. Ölmek için tek yapabildiği ise sağına soluna bakmadan karşıdan karşıya geçmekti. Çoğunlukla otomobil kullandığı için karşıdan karşıya geçerken ölmek bile zordu.

       Hayatta hep bir şeyleri seçmesi isteniyordu. O seçmemeyi seçmek istiyordu. Bunu neden yapamıyordu ki? Düşünsenize "Yaşamak mı?", "Ölmek mi?" diye soruyorlar. İkisinden birini seçmek zorundasın, peki neden? Hani aptal anket soruları vardır ya onlar gibi. "Bir uçaktasın, iki paraşüt var, yanında ise iki arkadaşın. hangisini kurtarırsın?" Neden ikisini birden kurtarıp kendimizi öldürmüyoruz? Uçak neden düşüyor? Biz uçağa neden binmişiz? Peki ya paraşütleri aşağı atıp üçümüz de ölürsek. Neden yaşamak zorundayız ki? Bir ıssız adaya düşersem yanıma alacağım üç şey? Neden ıssız adada yaşamak zorundayım? Kısa sürede ölüp adanın ıssız olma durumunu devam ettirmek en iyisi değil mi? Tüm bilim insan ömrünü uzatmaya çalışıyor, peki kuralları değiştirsek nasıl olurdu? Mesela tüm insanlar en sağlıklı ve enerjik oldukları beş yılda yeterli gelire sahip olsunlar. Gezsinler, yesinler, içsinler, sevişsinler; canları neyi, nasıl istiyorsa. Hayatının en eğlenceli olabilecek zamanlarını çalışarak geçirmişti, dışarıdaki diğer herkes gibi. Zaman öylesine hızlı geçmişti ki, o gençlik yıllar ise şimdiki zamandan daha hızlıydı.

      Ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Hiçbir zaman da öğrenemedi. Kendine sorduğu soruları başkalarına soramadı, kendi de bir cevap veremedi. Kendisine o soruları sorduğu ilk akşamdan beri her akşam aynı şeyi yaptı. Televizyonunu açtı, eline içkisini aldı, televizyon açık uyuya kaldı. Altmış ikisinde yeniden evlendi. Eşi kendisinden yedi yaş büyüktü, kadın yetmiş iki yaşından 6 gün almıştı ki bir sabah televizyonun karşısında uyanamadı. Kendisinin de karısı gibi televizyon başında ölmesini arzuladı, öyle de oldu. Karısından on, eski karısından dört yıl sonra sabahın dördünde bir boks maçını izlerken vücudu inanılmaz ağırlaştı, o yine de ayağa kalkmaya çalıştı ama daha kalkamadan koltuğa yeniden yığıldı. Ölürkenki tek pişmanlığı yıldızları tekrar o kadar parlak görememek oldu. Yıllardır hep sıcak olan vücudu en sonunda soğuktu.

                                                     ~SON~

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder