28 Eylül 2013 Cumartesi

Başarısızlıkla Sonuçlanan Bir Başka Operasyon

           Soğuk ve aydınlık bir sonbahar sabahına uyandı. Her zamankinden farklı hissediyordu sanki, oldukça farklı... Adeta zihnindeki bir mezarlıktaki tüm ölü fikirler, üzerlerindeki toprakları aşarak, birer birer gün yüzüne çıkmıştı. Duşa girdi. Vücuduna değen ılık su damlaları büyük keyif alarak aşağı kadar iniyor, aşağı inen her bir damla zihninde canlanan zombi fikirleri yeşillendiriyordu.
Zombi fikirler

           Tüm benliğiyle "işe gitmek" fikrinden, eyleminden sıyrılmak istemesine rağmen, yılların ona kazandırdığı alışkanlıkla üzerini giyinip, bir ipin iğnenin deliğinden geçmesi gibi kapıdan çıktı. Asansörle kontrollü bir şekilde aşağı düşerken beyninin içinde yanıveren binlerce watt gücündeki bir ampül, tüm parlaklığıyla zihnindekileri aydınlattı. Daha önce hiçbir zaman beyninde var olan onca şeyi bu kadar net görememişti. Bir anda her şeyi anlayabilmiş olmanın yarattığı heyecanla koşarak rezidansın lobisinden caddeye fırladı. Önce yolda yürüyenlere anlatmaya çalıştı, tüm o zihninde beliren muhteşem gerçekleri. Kimisi başından savdı, kimisi kaba bir görmezden gelmeyle yanından sıyrıldı, kimisi tebessüm ederek ona hak verip, işine gitmek için yoluna devam etti...
Kafada netleşenler

           Böyle tek tek anlatmaya çalışmanın yararsız olduğunu farkettiğinde caddeden geçen arabaların önüne atlayıp, onu ezmemek için duran lüks beyaz otomobilin üzerine çıktı. Otomobilin sürücü koltuğundan inen görece kısa boylu adam, arabasının üstüne çıkan bu eşkiyayı indirmek için hoplaya zıplaya çırpınmaya başladı. O ise tüm gücüyle bağırmaya, biraz önce zihninde netleşen tüm o gerçekleri anlatmaya koyuldu. Çevresini saran meraklı kalabalık arttıkça umudu da artıyor, daha bir şevkle, kısa kısa anlatıyordu: " İşlerinize gitmeyin! Para kazanmak zorunda değilsiniz! Çalışmak öldürüyor anlayın! Mutluluk tembellikte!..." Kimi kahkahalarla gülüyor, kimisi delirdiğine inanıp adamın haline üzülüyordu. Aralarından bazıları polisi arayıp durumu polise bildirdi.

           Otomobilin sahibi hala kan ter içinde adamı arabanın üzerinden aşağı indirmeye çabalıyordu, adam ise bıkmadan, yorulmadan; büyük bir kararlılıkla anlatmaya devam ediyordu: " Huzur doğada, betonlardan kurtulun! Mutluluk tembellikte işe gitmeyin! Telefonlarınız sizin sahipleriniz, onların köleliğinden kurtulun! O aptal ekranların emrinden çıkın! Ağaçlara sarılın! Köpeklerle koşun! Bakın kuşlar size her sabah ne diyor, durdurun şu motorları, duyamıyorsunuz!... " Otomobilin sahibi zıplayarak bağırıp duran adamın paçasından kavradı, çekip yere indirdi. O sırada bir polis otosu, onun peşi sıra da bir ambulans sirenlerle birlikte geldiler. Ambulanstan inen beyaz önlüklü iki adam hala yerde çırpına çırpına bağırmaya çalışan adama sakinleştirici bir iğne yapıp, iki kolundan tutarak önce sedyeyebağladılar, ardından ambulansa götürdüler. Çevrede toplanan onca insan, sabah sabah şahit oldukları bu ilginç olayı fotoğraflarla, videolarla hiç tanımadıkları diğer herkesle paylaştılar.
       
           Olayı uzaktan izleyen, ama gerçekten çok uzaktan izleyen iki dünya dışı varlık, başarısızlıkla sonuçlanan bir başka operasyon olarak, başarısızlıkla sonuçlanan diğer operasyonların dosyalarının arasına bir yenisini eklediler...


"Gerçek huzur ve mutluluk I.M.H.'da!" -YANCI

20 Eylül 2013 Cuma

SORULAR, SORUNLAR ve KAN



Kanda yüzmek istiyorum... Ilık, ekşi kokulu, koyu kırmızı bir kan havuzunda. O kanı, kana kana içmek istiyorum.

Beynim uyuşmuş, karıncalar kımıldanıyor sanki içinde. Güneş, yüzmek istediğim havuzun renginde. Eve dönmek istiyorum ama artık evim yol. Yola çıkmalıyım. Güneşe doğru gitmeliyim, ışığa doğru, sarıya doğru...

Gerçeği mi arıyorum? Ya da ben gerçek miyim? Yaşadıklarım gerçek miydi mesela!? Peki aslında gerçek diye bir şey var mı? Yaşıyor muyum? Nefes alıyorum...

Gerçekler basit midir? Zor olanlar gerçek değil midir? Yalanları yaşayıp, gerçeği mi arıyoruz yoksa? Ya aslında ölene kadar yaşadığımız bile gerçek değilse!? Bu dünyanın, bir papatyanın poleni olmadığına beni inandıramazsınız. Ama değil! Maalesef...

Boşa geçen zaman var mıdır? Zaman aslında hep boşuna geçmiyor mudur? Boşa geçmemesi için ne yapmalıyız ki!? Yağmurdan sonra çıkan sıcak ilkbahar güneşinde, ıslak çimlerde, belirsiz bir yöne, tüm hızımızla alabildiğine koşmak zamanı boşa geçirmek midir mesela? Veya o soğuk kış güneşinin karşısına oturup, bir şarkı mırıldansak zamanı doldurabilir miyiz...?

Hala kanda yüzmek istiyorum. O ılık, pas kokulu kanı, attığım kulaçlarla köpürtmek, kıpkırmızı havuzun dibine dalmak, içinde boğulmak istiyorum ve beynimin içinde hala karıncalar var.


18 Eylül 2013 Çarşamba

Bir Acayip Muhabbet

-Nerelisin?
-Jüpiter!
-Hahaha aslen nerelisin?
-Jüpiter!
-Ya gerçekten nerelisin?
-E jüpiter işte!
-Ya uff tamam sormuyorum!
-Ama jüpiterli olmadığımı kanıtlayabilir misin?
-Ya ne diyorsun, ben de marsliyim o zaman!
-Marsli olmadığından eminim!
-Kanıtla!
-Ben marsliyi gözünden tanırım, tüm marslilar kırmızı gözlüdür!
-Haha nereden biliyorsun belki lens kullanıyorum?
-Hiç lens takan marsli görmedim, çünkü marslilar lens takamaz?
-Neden takamasinlar?
-Çünkü lens takmaktan ölesiye nefret ederler!
-Ya uff ne giciksin!? Konuşmuyorum!
-Teşekkürler, ben de seni sevdim! ^^

20 Ağustos 2013 Salı

Çayı Şekersiz, Seni Nedensiz



        Sonlu bir hayatın, sonsuz ihtimallerini yaşıyorduk. Ben, sevgilim, sevgilimin arkadaşı ve sevgilimin arkadaşının sevgilisi; dördümüz sıkıcı bir öğle yemeğindeydik. O kadar sıkıcıydı ki yemekler bile bu sıkıcılıktan kurtulmak için bir an önce mideye girmeye can atıyorlardı. Sevgilim inanılmaz abartılı bir biçimde beni övüyordu masadakilere. Onun sürekli abartması bende kusma hissi uyandırıyor, bu histen kurtulmak için aldığım derin nefesler başımı ağrıtıyordu. Sevgilimin bana tapınması bittikten sonra, sevgilimin arkadaşının sevgilisinin benimle birlikte takılmak istemesi sorunu ortaya çıktı. Adamın adını bir türlü hatırlayamadığım mükemmel bir mesleği vardı, tonla da parası. Bana soracak olursanız profesyonel bir gerizekalıydı. Adam beni yere yapıştırmak isteyen kelebek desenli, uçuk kırmızı renkli plastik bir sineklik gibi bir o yandan, bir bu yandan üzerime doğru saldırıyordu. Onun bitmek bilmez tekliflerini, iğrenç ısrarını savuşturmaktan çok yorulunca onu susturup, taarruza geçtim: "Bak koçum; seni hiç sevmedim, senin gibi bir amcıkla bir sanisemi bile beraber geçirmek istemiyorum. Senin götü boklu yancın olmayacağım, bir daha konuşursan ağzının yayını sikerim!" Masadaki hiç kimse yemek bitene kadar bir daha konuşmadı. Bir kaç kez düşüncelerini anlamaya çalışarak sevgilimin suratına baktım, bir bok anlayamadım. Sessizlikten memnun kalan yemekler, masada esen soğuk rüzgarlara aldırmadan mutlu mesut midelere indiler. Yemekten sonra bir şey olmamış gibi adamın elini sıkıp, iyi günler falan diledim. Sonuçta hesabı o ödemişti; hesap ödemekte pek iyi değildim ama fevkalade teşekkür edebiliyordum.



            Üç beş yavşağın organize edip, diğer tüm yavşakları da davet etttiği, sikimsonik bir yardım etkinliğiydi. Yardıma muhtaç orospu çocukları sikimde değildi, ben evde televizyon karşısında sevgilimle koyun koyuna reklamlarımı izlemek istiyordum. Fazlasıyla hoşnutsuz bir şekilde açılış konuşması yapılacak geniş salona sürüklendim. Bu sirki tertipleyen kahpe şimşek hızıyla konuyu özetledi; beni bu işkenceden hızlıca azat ettiği için kadına müteşşekkirdim, sırf kısacık konuşmasının hatırına bir kaç yüz kağıt domaldım. Konuşma bittikten sonra sevgilimi onca süslü kancığın arasında kaybettim. Kim bilir nerede dedikodu yapıyordu? Sevgilimin beni serbest bırakmasından memnun, ellerim cebimde gezinmeye başladım. Garsonların biri geliyor, biri gidiyor; kimisi tek lokmalık bayat kanepeler sunuyor, kimisi de yüzlerce çeşit, renk ve boyutta içki servis ediyordu. Sevgilim içki içmemi yasakladığı için içemiyordum ama bu samimiyetsiz pezevenkler ayık çekilecek gibi değillerdi. Yine de söz sözdü, içmiyordum. Sevgilim benim içmemden hoşnut değildi, ben de sevgilimin hoşnut olmamasından hoşnut değildim, yani asla içmiyordum.


            Hem benimle sohbet etmeye çalışan puştlardan kaçmak, hem de biraz kirli hava almak için mekanın sigara içenlere tahsis edilen, bir üst kattaki balkonuna çıktım. Çıktım ama balkon içeriden daha kalabalıktı, göt göte sigara içip, yaygara yaparak konuşan bir sürü insan. Hemen tekrar içeri kaçıp, bir kat daha yukarı çıktım. Loş koridorlarda biraz gezinip, rahatça sigara içebileceğim bir yer aradım. Derken evin balkonuna beş basacak büyüklükte olan ama kimse bulamasın diye kapısı saklanan terasa çıktım. Biraz abartmış olabilirim, kapı saklanmış yada kilitli falan değildi; sadece aşağıdakiler ultra geri zekalı olduklarından göt kadar balkona tıkışmışlar, alternatif aramaya kalkmamışlardı. Sigaramı yakıp, düşüncelerimi de beraberinde ateşledim. Bu aptallar benim gibi kibirli bir pezevenge nasıl tahammül ediyorlardı? Neden arayıp duruyorlardı, neden benimle görüşmek istiyorlardı, neden benimle oynuyorlardı, neden benimle takılıyorlardı, neden benim gibi kibirli bir orospu çocuğuyla? Hem sevgilimin benden çıkarı neydi de benimle birlikteydi. Çirkin herifin tekiydim, inatçıydım, aptaldım, huysuzdum, tüm arkadaşlarından nefret ediyordum, ondan çok daha az para kazanıyordum. Belki yazar olduğum içindir ama o biraz zorlamasa yazmazdım, zaten boktan şeyler yazıyordum, kimlerin okuduğunu, okumaya değer bulduğunu bile bilmiyordum. Üstelik sevgilim gayet güzel bir kadındı, istediği an beni bırakıp, benim on katım daha iyi bir herifle takılabilirdi. Belki beni sevdiği içindir diye kibirle iddia edecek oldum, sonra hemen çürüttüm bu tezimi. Hem ben onu seviyor muydum ki, hayır. Yatakta da iyi değildim, hep erken boşalıyordum, fazlasıyla bencil olduğumdan onun orgazm olup olmaması benim ve çükümün umrunda olmuyordu; peki neydi benden çıkarı? Ben onun parasını yiyordum, evinde kalıyordum, yalnızlığımı gideriyor, gecelerimi dolduruyordum onunla, peki onun kazancı neydi bu işten? Hah! Belki de beni oyuncağı olarak görüyordu. Sonuçta hemen her istediğini yapıyordum, kolayıma geliyordu. İstemediğim yerlere sürükleniyor, istemediğim şeyler giyiyor, istemediğim insanlarla tanışıyordum. İstemediklerimi yaptırabiliyordu ama nefret ettiklerim için ısrar dahi etmiyordu. Bir keresinde: "Neden arabayı sen kullanmıyorsun ki?" dedi. Çünkü araba kullanmaktan nefret ediyordum, tüm dikkatimi trafiğe, gaza, frene, debriyaja, vitese, aynalara falan vermek zorunda kalıyordum ki, tüm dikkatimi vermekten nefret ederim. O günden beri arabayı hep o kullanıyordu, bir daha lafını dahi etmedi. Bunları düşünmeye devam ederken, sigaramdan çektiği duman boğazıma testere gibi saplandı. Sigaramın tütünü bitmiş, götveren filtrenin ucu yanmış, onun gırtlak siken dumanını çekmiştim. İkiye yamulup ciğerimi sökmeye çalışan bir öksürük konçertosuna başladım; gözlerim halime acıyarak zorlama bir ağlama girişiminde bulundu. Tam ciğerimin ucu boğazıma kadar çıkmıştı ki, yeri dikizleyen gözlerimin önüne parlak, bordo renkli, elmas tokaları olan bir çift topuklu ayakkabı geldi. O ayakkabıları, o ayakkabıları giyen bacakları, o bacakları tutan kalçaları, kalçaların keskin virajlarla yukarı uzandığı belini, bedeninin üstünde bir tapınak gibi duran göğüslerini sırasıyla izleyerek yavaşca doğruldum, kadın elindeki bardaktan bir yudumu dudaklarıma bastırdı, içirdi. Genzimi yakan yoğun
alkol, son bir yutkunma öncesi öksürüğüyle birlikte beni rahatlattı. Bu yardımsever kızıl saçlı kadına süslü bir
iltifatla birlikte teşekkür ettim. Sonra kendimi tutamayıp dudaklarına, sanki kadını bütünüyle yutmak istermişcesine dudaklarımla sarıldım. Kadın önceden bunu her ayrıntısına kadar planlamışız gibi, nefes bile almadan öpüşüyordu. Dudaklarımın uyuştuğunu hissettiğimde dudaklarımı, dudaklarından geri çektim, kadının belini kollarımla dolamıştım, onu iyice kendime bastırarak çenesine, çenesinden bembeyaz boynuna kayarak ıslak, ateşli, sert öpücükler konduruyordum. Sonunda kulağına kadar gelip nefes nefese "Seni sadece sikmek istiyorum." diye fısıldadım. Kadın kollarımdan kurtuldu, ben de bunu ilk hissettiğim anda kollarımı gevşetip buna izin verdim. Çantasından bir kağıt çıkardı, numarasını yazıp, bir eliyle belime dolandı, diğer eliyle smokinimin cebine numarasını yazdığı kağıdı tıkıştırdı, dudağımın hemen kenarından beni öptü.
Gülümseyerek arkamı döndüm, içeri girdim. Cebimdeki kağıdı nemli avucumda buruşturup yere attım. Terden sırılsıklam, önce öksürükten sonra azmaktan kıpkırmızı olan yüzümle sevgilimi aramaya koyuldum. Merdivenlerden inerken karşılaştığım birine sevgilimi sordum, onun da beni aradığını söyledi. Alt katta pembe bir fiskosun etrafında, bir kaç yavşak, üç beş kahpeyle birlikte sohbet ediyordu; uzaktan benim yaklaştığımı görünce bana doğru yürümeye başladı. Beni o sohbet ettiği sayın insancıklarla tanıştırmak istedi, "Siktir et; sonsuzdan hemen önce ilgileniriz onlarla, gidelim." diyerek elini sımsıkı tuttum. İtirazsız benimle dışarı çıktı, "Mutlu görünüyorsun." dedi. " Sana anlatacağım şeyler var, hadi gidelim, yolda anlatırım." dedim. Arabaya bindik, motoru çalıştırdı, yavaşca harekete geçirdi içinde bulunduğumuz kütleyi, eve doğru yola koyulduk. Sormasını beklemeden terasta olanları anlattım; kadının dudaklarına nasıl tecavüz ettiğimi, kulağına neler fısıldadığımı, her şeyi. Önce tepkisiz dinliyodu ama kadının kulağına "Seni sadece sikmek istiyorum!" diye
fısıldadığımı duyunca kahkalara boğuldu. Ben anlatmaya devam ettim, bitirdim. Tebessümle beni izliyordu, ne tepki vereceğini kestirmek için ben de onu izliyordum, soğukkanlı olmaya çalışıyordum. "İşte seni bu yüzden seviyorum!" dedi. Hangi nedenle sevdiğini anlamadım, nedeni umrumda değildi. "Ben de seni çok seviyorum!" diye karşılık verdim. Neden sevdiğimi, nasıl sevdiğimi bilmiyodum, o an sadece sevdiğimi farketmiştim, gerçekten sevdiğimi. Eve kadar bir daha konuşmadık, sadece yanyana arabada otururken altımızdan akan yolu izleyip, seviştik...

13 Ağustos 2013 Salı

FAZLASIYLA KOPUK BİR HİKAYE


           İki iri kıyım askerin arasında kendini minicik hissetti kadın. Askerler ileri, kadın yere bakıyordu; merdivenlerden çıktılar, koridorlardan geçtiler, sonunda kadının büyük olduğunu sandığı bir kapıyı aşıp genişçe, aydınlık bir salona girdiler. Kadın ilk kez kafasını kaldırdı, etrafa olabildiğince hızlı bir göz attı, karşıdaki masanın başında oturan adam, askerleri bir işaretiyle dışarı yolladı; dudaklarının sol köşesindeki sigarayı yakarken kadına oturması için belli belirsiz bir harekette bulundu.
           Uzun uzun süzdü kadını. Bakışlarının yoğunluğuyla kadını on binlerce noktaya ayırıp, her bir noktayı beynine işler gibi gözlerini bir an olsun kadının üzerinden ayırmadan, dikkatle izliyordu adam. Kadınsa biraz çekingenlik, çoğunlukla korkudan, koltuğun ancak kenarına ilişmiş, gözleri tahta zeminde bir şeyler arar gibi ancak ağır ağır geziniyordu. Kadının yüzü, biraz duyduğu korkudan, biraz da zaten öyle olduğundan sapsarıydı. Hafif dalgalı, kumral saçlarının arkasından dolaştığı, azıcık dışa çıkık güzel kulakları; uzun kirpiklerin arasındaki açık kahverengi gözleri, burnunun üzerindeki belli belirsiz çıkıntı...
           General diye hitap ediyorlardı adama. Bu civarı emrindeki beş para etmez adamlarıyla bir kaç ay önce ele geçirmişti; o günden beri bu yöredeki herkes, her şey onundu. Fazlasıyla acımasız, cani, vahşetini anlatmaya kelimelerin yetmeyeceği bir katildi. Artık filtresine kadar yanan sigarasından son bir koyu duman çekti, izmariti ahşap zemine attı, topuğuyla üstünü çiğneyip öldürdü zavallıyı. Odadaki sonsuza kadar sürecekmiş gibi duran sessizliği de öldürmeye karar vermiş olacak ki konuşmaya başladı.
            "Biliyor musun ben çok boktan biriyim. Bunu söylemeye kimsenin cesareti yok ama bu da benim boktan biri olmamla ilgili sanırım. Bunun son derece farkındayım çünkü bunu söyleyemeyen herkes de en az benim kadar boktan. Savaşmak konusunda inanılmaz başarılıyım, öldürmek konusunda da. Sayısız düşmanı alt ettim, binlerce insan öldürdüm. İsteyip de ele geçiremeyeceğim bir yer yok. Şu anda bile bir ucundan diğer ucuna bir günde gidemeyeceğim kadar toprağın tek hakimiyim, içindeki insanlarla birlikte. Ama şimdi, senin karşında, oturmuş seni izlerken, her noktanı ezberlemeye çalışırken neyi arzuladım biliyor musun? Senin bana aşık olmuş olmanı. Gerçekten beni sevmeni. Tüm bu boktan insanları, evleri, ağaçları, o küçücük boktan karıncaları, tüm bu çevredeki asla çıplak ayaklarımla üzerinde dolaşamayacağım boktan toprağın üzerindeki boktan çimleri senin bana aşık olmuş olmana binlerce kez değişirdim. Arzum bir şehir olsa, onu fethederdim; arzum bir intikam olsaydı, onu kanlarda boğulurcasına alırdım; arzum destansı bir savaş olsaydı, kahramanca savaşırdım. Benim şu boktan hayatta tek bildiğim, tek becerebildiğim savaşmak, öldürmek. Oysa senin bana aşık olabilmeni, seni kendime aşık etmeyi nasıl da isterdim. Bunu asla başaramayacak olmam benim için nasıl hazin. İşte bu çaresizlik benim kendime fena halde kızmama neden oluyor. Kendime kızdığımda ise herkesten, her şeyden ölesiye nefret ediyorum. Ve katliam. Çok üzgünüm."
               Kadın tereddütlerle dolu, ürkek bir hareketle başını hafifçe kaldırdı, adama tavşan hızında bir göz attı, tekrar zeminin sıkıcılığında ilginç bir şeyler aramaya başladı. Çizgi filmdeki Kabasakal'a benziyordu adam. Aptal Safinaz'ın neden her zaman yamuk ağızlı, sünepe Temel Reis'i seçtiğini daha önce anlamamıştı, şimdi anlıyordu. Sorun Kabasakal'ın kötü olmasındaydı.

               Adam ayağa kalktı, belinden kamasını çıkardı, korkudan taş kesilmiş kadına usulca yaklaştı, kadının saçlarını nazikçe avucuna aldı, eğilip derin derin kokladı. Elindeki kamanın ucunu kadının boğazına dayadı, "Git!" diye fısıldadı...



17 Temmuz 2013 Çarşamba

Büyük Umutsuzluklar Çıkmazı

Sanki çıkmaz bir sokaktayım! Sokağın başını tutmuşlar geri dönemiyorum, sokağın sonu yıkılmaz bir duvar! Yumruklar, tekmeler atıyorum duvara; bağırıyorum çıkmak için sokağın başındakilere ama hepsi nafile! Artık hiç seçenek kalmadı, ya sokağın başındakiler çıkmama izin verecek, ya o duvar bir mucizeyle yıkılacak ya da sonsuza kadar bu çıkmaz sokakta yaşayacağım!

12 Temmuz 2013 Cuma

Kırmızı Pantolonlu Lacivert Çocuk

         Yağmur sonrası sıcak bir nisan öğleden sonrasında, elindeki hiçbir şeyle güneşin tenini yakan sessizliğini dinledi çocuk! Hayatın bu kadar basit olabilmesine kafasının içindeki tüm karmaşık düşüncelerle baş kaldırdı. Neydi havayı dolduran bu kokuyu ona doğru saldırtan çiçeğin derdi? Evine doğru ayaklarını sürükleyerek, herhangi başka bir nedenden değil sırf ayaklarını sürükleyerek yürümeyi sevdiğinden dolayı öyle yürürken, dışı yeni kurumuş ayakkabısının içinde vıcık vıcık ıslak çoraplı ayağı ayakkabının içinde sadece onun hissettiği bir duyguyla oynaşıp, pantolonunun çamurlu, kuru gibi gözüken nemli paçaları ayak bileklerine her adımında buz gibi öpücükler kondururken, aklında sürekli senaryolar yazılıyor, kendisi kimisinde başrol, kimisinde yan rol, hatta kimisinde figüran olarak oynadığı sahneler çekiliyordu. Kısık sesle dillendirdiği replikler dudaklarından çıkar çıkmaz buharlaşıyor, repliğine uygun oynattığı mimikleriyle dışarıdan bakan birilerinde: "Şu kendiyle konuşan kırmızı pantolonlu lacivert çocuk ne kadar da acayip" düşüncesi uyandırıyordu.

          Belki saniyeler, belki dakikalar, belki saatler, aslında hepsi birden kadar zaman sonra evine vardı çocuk. Kırmızı pantolunuyla birlikte düşlerini de çıkarıp kirli sepetine bıraktı. Annesi hala nemli saçlarını eliyle karıştırıp, yanağına kocaman ıslak bir öpücükle tecavüz etti. Çocuk omuzları yağmurdan, sırtı terden nemlenmiş gömleğinin koluyla ıslak yanağını hızlıca sildi, dolabını açıp o sıkıcı lacivert pijamasını bacaklarına geçirdi. Bacaklarını saran çirkin lacivert pijama önce çocuğun kırmızı mor kalbini ardından pembe beynini ele geçirdi. Biraz önce sokakta coşkuyla atan kalp sıkıcı bir tempo tutturdu; yine biraz önce hayallerden hayallere gezinen beyin gri bir renkle kaplandı; yine aynı biraz önceki kırmızı pantolonlu bir acayip lacivert çocuk, televizyonun yapay renklerinin öldürücülüğünde koltuğuna diri diri gömüldü...

5 Temmuz 2013 Cuma

İNTİHAR SONRASI NOTLAR - III - Bahar Gününe İsyan

       Her zaman farklı olanı arayan biri olmuşumdur. Sanırım bu güzel mayıs sabahı ölmeye karar vermemin nedeni de farklı olanı seçmek istememdi. Bu güzel bahar gününü yaşamak yerine ölerek isyan edecektim ona. Eh madem hemen herkesin doyasıya yaşamak isteyeceği bu güzel bahar gününde kendimi öldüreceğim, bunu da kendime has, oldukça orijinal bir şekilde yapmalıydım. Mesela derince bir çukur kazıp, içine sivri uçlu kazıklar yerleştrip, yukarıdan kafa üstü üzerine atlayabilirim; ama bunu inşa etmem günler sürer, bu sürede de ben ölmekten vazgeçip, kazdığım çukura yukardan iterek başkalarını öldürmeye karar verebilirim. Böyle vahşet dolu bir işe kalkışmayı hiç istemem doğrusu, bu çok çok kötü olur.


      Belki de kan kaybından ölünceye dek vücuduma çiviler çakabilirim; tabi kemiğe saplanacak çiviler gayet feci bir acı, ızdırap verecektir. Bu acıya dayanamayıp bayılarbilirim, ayıldığımda yaralarım kurur, sonra tekrar çivi çakmakla uğraşır, tekrar bayıl, ayıl... Hayır! Berbat ötesi bir fikir; sadistçe, mazoşistçe ya da bu durumu hangi kelime karşılıyorsa ondan işte!

       İki saati aşkın bir süredir düşünüyorum, gerçekten orijinal tek bir fikir bile geliştiremedim. Farkında mısınız? İnsanlar yüzyıllar boyunca kendilerini öldürmenin bir çok farklı yollarını düşünüp durmuşlar; yani ben ilk değilim, son da olmayacağım kesin. Ölüm bu kadar basitken, ölmek ne kadar da zor!

       AHA! Sanırım bir şeyler buldum. Ormanda vahşi bir hayvanla, mesela bir ayıya karşı dövüşüp, ayının beni öldürmesini sağlayabilirim. Hımm.... Öncelikle bir ayı bulmak yeterince sorun olacak, ayrıca ayıya saldırıp, sonsuz yaşama iç güdümle ayıyı da öldürebilirim. Planın ters tepmesi işten bile değil. Hayvanları sırf canın ölmek istiyor diye öylece öldüremezsin, bu çok yanlış! Aslında sadece kafamdan kurtulabilsem, yaşamak sorun olmaz gibi sanki. Ama ortalıkta mal mal dolaşmayı istemiyorum.

      İşte gerçekten orijinal bir fikir! Bir kola tenekesinin içine barut doldurup, kalbimin üstüne koyacağım, sonra da patlatacağım!

       Tüm fiziki ağırlıklarımı, kıyafetlerimi, küpemi, saatimi, kolyemi bir köşeye attım. Buzdolabından bir teneke kola alıp ağır ağır, tadına vara vara içtim. Beynimin içi, birazdan yapacağım katliam nedeniyle bomboştu. Idam edilmeye götürülen bir cani gibi hissediyordum; kendi kendimi havaya uçuracağım için idama mahkum edilmiştim kendi vicdan mahkememde. Boş tenekeye ağzına kadar barut doldurdum. Yere çırıl çıplak uzanıp, kola tenekesini sakince inip kalkan göğsümün sol tarafına koydum. Kutunun ağzına fitilin bir ucunu yerleştirip, fitilin diğer ucunu belden aşşağıma doğru çektim. Fitili aşşağı çekmemin sebebi; fitil parlayarak yanarken, iç güdüsel olarak gözümü korumak için kapatmamak, son anlarımı gözüm kapalı geçirmek istemediğimden. Kendime herhangi bir gün hediyesi olarak aldığım, üzerinde dört yapraklı yonca deseni olan zippomla fitilin ucunu ateşledim. Kalbim birazdan yok olacağını anladığından olsa gerek var gücüyle çırpınıyor, yıllarca mutlu mesut attığı göğüs kafesimden arkasına bakmadan kaçmak istiyordu. Vücudumda adrenalin volkanları patlıyor, şakaklarımdan buz gibi ter damlaları yere düşüyordu, kutu patlarken gözlerim sımsıkı kapattı kendini, artık hiç açılmamasına...

         Kutunun dibinde kalan, hiç içilemeyen azıcık kola, tenekenin içine doldurduğum barutu ıslatmış, bir de oksijensizlik yanmasını engellemiş, patlayabilen üst kısım, patlayamayan alt kısmı mermi çekirdeği gibi kalbime gömmüştü. Sonuçta ölmeyi başardım ama kalbimi patlatmayı tam olarak beceremedim. Şimdi, yani öldükten sonra kalbimin yerinde bir kola tenekesinin içi ıslak barutla dolu patlamamış kısmı gömülü. Ama hala sevebiliyorum. Kuşları, böcekleri falan seviyorum; tanımadığım bir sürü insanı, tanıdıdığım bazı insanları, hiç görmediğim şeyleri, şu anda aklıma gelmeyen ıvır-zıvır her şeyi seviyorum işte! Yani ölümüm; bu harika bahar günlerinin asla umursamadığı muhteşem bir isyan oldu.

24 Haziran 2013 Pazartesi

İNTİHAR SONRASI NOTLAR - II -

   
     Ölüme giderken biraz daha düşünmek istediğimden, otuz küsür katlı binanın asansörüne binmeyi değil; uzun, dar, sıkıcı merdivenlerini tırmanmayı seçtim. Tırmanırken müzik dinliyor, ezgiye uygun ıslık çalıyordum, sanki ölüme gitmezmiş gibi. Bir on kat kadar çıkmıştım ki bacaklarımın ağrısı beynime inanılmaz şiddetli sinyaller göndermeye başladı. Beynim aldığı sinyallerle şaşırarak, ölmeden önce son bir kez asansöre binmenin süper bir karar olacağını düşünmeye başladı. Sonra ölüme merdivenlerden çıkarak ulaşma fikrim, yeni oluşan asansöre binme fikriyle çatışmaya başladı. Tanrım; ölmeden önce ihtiyacım olan son şey, beynimin içindeki bir iç savaştı. Beynim kendi kendisiyle yumruklaşırken, ayaklarım oflaya puflaya bir kaç kat daha çıkmıştı, ama bacaklarım önce iş yavaşlattı, sonra komple greve gitti. Kalan dermanımla kendimi asansöre doğru sürükledim. 

    Çatı katına ulaştığımda hala kan ter içinde, ölmek için fazlasıyla yorgundum. Esen ılık rüzgar vücudumda ani bir ürperme yarattı, omuzlarım kafama doğru büzüldü.Geçtim şehri seyredebildiğim bi yere çömeldim. Doğrusu yüksek bir yerlerden atlamanın ölmek için en kolay yol olacağını düşünmüştüm ama her zaman olduğu gibi bu işi de kendi kendime zorlaştırmayı başarmıştım. İlk başta asansöre binmeliydim diye iç geçirdim. Sanırım beynimdeki iç savaş, merdivenlerden çıkma fikrinin ne kadar saçma olduğunu anlamamla son budu. Beynimdeki bu barış ortamı sayesinde biraz daha rahatlamış hissediyordum. Atlamak için en ideal yeri seçmem lazımdı, ayağa kalkıp çatıyı en uçtan şöyle bir dolaştım, dolaşırken de düşmemek için son derece dikkatli davranıyordum. Sonra zaten atlamaya geldiğim çatıdan, yanlışlıkla düşmemek için gösterdiğim çabaya fazlasıyla şaşırdım. Sanırım vücudumdaki muhalif kesimler ölmeme karşıydılar ama sonuçta iktidarda ben vardım, bu benim kararımdı. Atlayacağım yerin manzarası önemliydi, daha aşşağılarda beni yavaşlatacak her hangi bir şeyin olmaması önemliydi, eğer atladıktan sonra fikrimi değiştirirsem diye geri dönülemez olması çok önemliydi. Sonunda çatının kuzeybatı köşesinde karar kıldım. Güneşin batışını son kez izleyebilecek, onunla birlikte ilk kez batabilecek, ama sonra tekrar doğamayacaktım.
    
    Aşşağı atlamadan önce telefonumu son bir kez kontrol ettim. Hangi nedenle olursa olsun gelen bir çağrıya, mesaja cevap vermemek kabalık olurdu yani. Hiçbir şey yoktu; öldükten sonra yaşayanlara cevap veremeyeceğimden, telefonumu kapattım. Yüksekteyken aşşağı bakma derler ama ben ömrüm boyunca insanlara zaten yeterince yüksekten bakmıştım, manzara benim için alışıldık olacaktı. Müzik çalarımda çalan şarkının bitmesini bekleyip, bu an için daha önceden dinlemeyi planladığım şarkıyı açtım, son derece hazırdım; kollarımı, bacaklarımı açıp kendimi boşluğa bıraktım.
    
     Hayatımdaki nadir güzel anlardan biriydi, tüm hayatım film şeridi gibi gözlerimin önünden geçer sanmıştım ama öyle olmadı. Etrafımdaki her şey birbirine girmiş, karışmış, bütün olmuş flu görünümlü olağanüstü bir varlıktı. Son anda yere bakmak aklıma geldi, tanrım asfalt hala çok sıcaktı, bir anda sırtıma soğuk bir ter bastı, sırılsıklam oldum ve BAM!

     Yüz üstü yere çakılmıştım. 

     ZOMMM ZOMMM ZOMMMM....

    Kafamın içinde yankılanan ses...

    Tüm vücudum uyuşmuştu. Sanki kaliteli bir cigaradan derin bir nefes almışım da, o sarhoşlukla buz gibi betona yüz üstü uzanmış gibi hissediyordum. Halbuki biraz önce asfalt nasıl da sıcaktı. Ölmek gerçekten çok yorucuydu, orada saatlerce yatıp dinlenmem gerekti. Yerden kalktığımda önce yürümekte biraz zorlandım ama sonradan nasıl yürümem gerektiğini keşfettim. Tanrım dış görünüşüm felaketti ama bunu umursamayacak kadar ölüydüm artık!

   Başardım, kendi kendime defalarca yapamazsın demiştim ama intihar etmeyi başardım. Kendimle gurur duydum, ki bu hayattayken sık yaptığım bir şey değildi. Hayattayken nefret ettiğim her şeyden kurtulmuştum; çaydan, kahveden, pop müzikten, renault marka arabalardan, terliksi hayvandan, kravattan, gömlekten, sıkış tıkış otobüslerden ve en önemlisi kendim de dahil tüm o nefret ettiğim insanlardan.

   İşte şimdi mutluydum!



29 Mayıs 2013 Çarşamba

İNTİHAR SONRASI NOTLAR - I -

Daha önce tekila şişesini kafaya dikmek hiç aklıma gelmemişti. Zaten boktan bir şey, mürekkep gibi. İdeal olanı shot atmak. Dört sene önce bileklerimi kesmeyi aklıma getirsem fenalaşırdım heralde. Zaten kan tutar beni, üstelik bir de bileklerime jilet saplayıp keseceğim, olacak iş değil! Şimdi televizyonun karşısındaki en rahat koltuğa oturmuş, elimde altmış numara neşter, bileğimi yukarıya doğru hızlıca kesmeye hazırlanıyorum. Ne kandan korkuyorum, ne ölümden. Bu bendeki bıkkınlık! Yapacak hiç bir şey kalmamasından değil de, artık hiç bir şey yapmak istememekten.

Neşter sağ elimde, sol kolum serumlu. Serumla sıkıyorum ki damarı daha rahat göreyim, hem de kan öyle hemen fışkırmasın, sakince aksın. Bileğimin üstüne bastırıyorum neşterle, ilk kan bir küre şeklinde derimin üzerinde dönmeye başlıyor, derin bir nefes alıyorum ve gözlerimi kapatıp soğukkanlılıkla yukarı çekiyorum keskin aleti. Önce hiç acı yok gibi ama sonra panik… Pişmanlıktan mı bu yaşlar diye soruyorum kendime. Hayır! Bir sineğin bile yaşamakta başarılı olduğu hayattan çaktığım için düşüyor o ılık yaşlar sıcak kanın üzerine. Serumun ucundan elimi titreyerek çekiyorum , yaşlardan buğulanan gözlerim kırmızılara boğuluyor…

Uyandım. Sol kolum pıhtılaşan kanla koltuğa yapışmış, kendimi samanlıktaymış gibi hissederek, uyandım. Tüm vücuduma tarifsiz bir şeyler batıyor, rahatsız ediyordu. Neden ölememiştim? Yoksa ölmek böyle bir şey miydi!? Sonuçta ölüp tecrübelerini paylaşan biri yoktu, her şey olabilirdi. Banyoya doğru bacaklarıma kramplar girerek yürüdüm. Aynada kendime baktım, eğer ölmek buysa bir bok değil demekti ölüm. Kolumu sarıp mutfağa geçtim ama bir şey yemek ya da içmek istemedi canım. Televizyonun karşısındaki koltuğuma geri döndüm, oturmadan yerdeki yarım bıraktığım kitabı aldım. İlk sayfasından okumaya başlayacaktım. “Nefes almadan okuyacaksiniz!” yazıyordu kapağında. Nefes almadığımı farkettim, nedense çok şaşırdım, odadaki pis havayı zorlayarak içine çektim, dakikalarca o hava içimde bekledi, boğulur gibi olamayacağına emin olunca boş verdim. Ölüm güzeldi sanki. Tüm bağımlılıklarım, ihtiyaçlarım son bulmuştu. İstediğim, beklediğim bu muydu? Bilmiyordum. Yine boş verdim, elimdeki kitabı ilk sayfasından okumaya başladım, bir iskelete dönüşene kadar kitabı defalarca bitirdim…

25 Mart 2013 Pazartesi

Günahkar



"Sadece bir saat içerisinde gerçekleşenlerle bile cehennem rahatça doldurulabilir!"


Şehrin fazlaca işlek olmayan yan caddelerinden biriyle, normal bir sokağın kesişiminin köşesinde onyedi, onsekiz yaşlarında dört genç oğlan, bir ellerinde sigara diğer elleri ceplerinde, hemen hemen hiç yumuşamayan organlarının mor başlarını okşarken havadan sudan muhabbet ediyorlardı. Kısa boylu, tilki suratlı esmer puşt arkadaşlarına göz kırpıp, evlerine yollanan iki kızcağızı başıyla işaret etti. Oğlanlardan ürken kızlar köşeyi biraz genişce dönmek konusunda hiç konuşmadan fikir birliğine vardılar, geniş bir yay çizmek üzere rotalarını çizdiler. Tam bir yavşak olan tilki suratlı oğlan hızla kızların arkasına yanaştı, kendisinden iki parmak daha uzun boylu olan esmer kızın kaba etine bir çimdik attı. Tehlikeyi hissetmesine rağmen yine de tacize uğrayan kız tiz bir çığlıkla beraber panik dolu iki çevik adım attı. Kızın tiz çığlığı çamurdan sürüngenlerin hayvansı kahkahaları arasına kaybolmuş, kahkahalar tarafından sonsuzun dipsiz uçurumuna itilmişti. Genç kız çaresizliğin hırsından, gözlerinden taşan iki kör yaşa engel olamadı. Kor gibi sıcak yaşlar, istemsizce utanan kızın iyice kızaran sıcak yanaklarını iyice kavurdu. Kızın başı yaşadığı şoktan o kadar ağırlaştı, bedenine o kadar taşınmaz geldi ki, boynundan aşşağı düştü. Kız artık sadece ayakkabılarının üzerindeki kurdeleye, yolun kurdelenin üzerine yapışmış tozuna bakıyor, o toza odaklanıyordu. Kurdelenin tozuna lanetler okuyarak eve kadar geldi, kızarmış gözlerini ellerinin tersiyle sildikten sonra terli çoraplarını çıkardı ayağından, ayakkabının kurdelesindeki tozların üzerine okkalıca tükürdü, çoraplarıyla ayakkabıyı dakikalarca, hırsı geçene kadar sildi.

Genç kız evinin kapısını açtığı anda şehrin kuzeyinde bir adam arabasının kapadı, motoru ateşleyip, gaza bastı. Sigarasının külünün üzerine düşmesini umursamıyordu. Radyoda çalan müziğe elleriyle direksiyona vurarak tempo tutuyordu. Kendini mutlu hissediyordu, güçlü hissediyordu, yenilmez hissediyordu. Arabanın camından içeri dolan rüzgar, hemen önünde bir bitip bir beliren beyaz çizgiler, arabanın titreyerek sona dayanan hız ibresi, motorun köpek hırlamasına benzer düzenli gürültüsü bir olup adamı uyuşturmuştu. Dört sarışın ördek yavrusu, bir prenses beyazlığındaki annelerinin peşi sıra, esen sıcak bahar rüzgarının mutluluğunda paytak paytak yürüyorlardı. Ayaklarının altındaki yumuşak toprak bitip, sert asfaltta yürümeye başladılar. Az sonra yeniden toprağın kucağına döneceklerdi. Tam asfaltın yarısına gelmişlerdi ki büyük, korkunç bir uğultu hızla yaklaşmaya başladı. Anne ördek sesin geldiği yöne baktı, üzerine çığlık çığlığa gelmekte olan canavarı gördü, büyük beyaz kanatlarını açıp yavrularını kanatlarının altına aldı, kafasını solundan arkasına doğru kıvırdı. Kükreyen devasa demir canavar annenin tam başının üstüne çarptı, annelerinin kanatlarının altındaki yavrular annelerinin uçuşan tüyleriyle birlikte yola savruldular. Sarı gagalı, beyaz ördeğin kanı arabanın plakasında vahşi kırmızı bir leke bıraktı. Adam ne ördeği gördü, ne sarışın yavruları; ne de çarpma sesini duydu. Sarışın yavrular annelerinin başsız bedeninin etrafında toplanıp onu gagalayarak canlandırmaya çabaladılar. Adam evinin önüne park etti, çantasını alıp arbadan indi. Evine doğru yürürken dönüp arabasına şöyle bir baktı, plakadaki kurumuş kanı farketti. Cebinden kağıt bir mendil aldı, iki parmağına şöyle bir doladı, mendilin üzerine tükürdü, plakadaki kurumuş kanı hızlıca sildi. Kırmızı kağıt mendili sokaktaki çöp kutusuna attı, dönüp evine girdi.
Genç kız açılıp kapanan kapının sesini duyduğunda odasından çıkıp, koridordan kimin geldiğine baktı. Gelenin babası olduğunu bilmesine rağmen kimin geldiği büyük bir gizemmiş gibi ürkek hareket ediyordu. Babasını koridorun sonunda gördüğünde içini sevinç kapladı. Babasına doğru süzüldü, sıkıca sarıldı, öptü. Biricik kızından gördüğü ilgiden memnun baba, yorgunluğunu unutup genç kızı sırtına aldı, beraber mutfağa geçtiler. Kız kahve pişirirken havadan sudan konuşup şakalaştılar. Kız sıcak kahveyi kupalara doldurdu, birini kendi aldı, diğerini babasına verdi. Ilk yudumu alırlarken birbirlerine bakıp gülümsediler. Genç kızın aklından bugün uğradığı tacizi babasına anlatıp anlatmama düşüncesi geçti, anlatmamaya karar verdi. Babasının nasıl bir tepki vereceğini kestiremiyordu, riske girmek istemedi. Onun hiç mi hiç suçu yoktu ama bir ihtimal babasının onu günahkar ilan etmesinden korkmuştu. Gerçek günahkar bu olayı bir daha hatırlamayacaktı bile belki. Keşke bu olay hiç olmasaydı, ya da keşke bu kadar aciz olmasaydı...


Tilki suratlı puşt o gece rüyasında dört sarışınla birlikte bir havuz kenarında olduğunu gördü. Sarışınlar daha sonra onu canlı canlı yemeye kalktılar, o sırada korkuyla uyandı, kan ter içinde kalmıştı, külodu da ıslanmıştı. "Sarışın orospular, pis şeytanlar... Günahınıza alet ettiniz beni!" diye hırladı.


22 Mart 2013 Cuma

PİÇ KADIN!

Orospu çocuğunun hasıydı, herkesi sikerdi!
Para en önde gelir, aşkı parayla satardı!
Mutluluk göt sikmekti!
Yağmuru çok severdi piç kadın,yüzüne tüküren dünyaydı!
Taşşaklarını avucuna alır, sıkar; götüne elini sokardı!
Kalbini beşe böler, her parçasına isminin bir harfini kazırdı; hiç unutamayasın diye!
Beynini 'gelecek' diye siker, gözünü götüyle kör ederdi!
Paran varsa var, paran yoksa yoktu, Piç Kadın!

5 Şubat 2013 Salı

GÜNAHSIZ



"Annene koş çocuk, koş tüm gücünle... "

 Çocuklar neden bu kadar güçsüzdü? Kafalarını iki eliyle sıkıştırdığında patlayı veriyorlardı. Güzel olan her şeyin sürekli korunması mı gerekirdi? Çiçekler solar, yemekler çürür, çocuklar ölür...


Parmaklarından süzülen kanı dudaklarına götürdü. Parmağını dudaklarının arasına aldı, dilinin ucunu yavaşca çıkarıp kanın tuzlu tadına baktı. Şaşırmak ister gibiydi. Kurbanlar ne kadar farklı olsa da kanlarının tadı hep aynıydı! Kurbanın bembeyaz etini kalın parçalara ayırıyordu, daha sonra blendera atıp et ile kemiği öğütecek; pembemsi bir harman elde edecekti. Sonra o harmanı klozette döküp sifonu çekecekti. Hemen hemen kırk seferde işi bitmiş olurdu.

Işaret ve baş parmağını küçük kızın sıkıca kapalı göz kapağını açmak için görevlendirdi. Korkuyla daha da koyulaşmış, yemyeşil, donuk, beyazı kanlanmış göze bakarken iki damla yaş gözlerinden çenesine doğru aktı. Neler görmüştü bu güzel gözler, ölmeden önce bu sevimli kızcağız? Acaba görmediği kaç kuş vardı bir kaç yıllık hayatında. Bu masum surat bu kadar güzelken onun vücudunu doğramaya dayanamazdı. Yine nasıl tutamamıştı kendini, neden kendini kaybetmiş, hangi düşüceyle bu güzelliğin yaşamını sonlandırmıştı? Ölü bedene yumruklar attı, gözyaşları yerdeki kana karıştı. Genzi balgamla doldu, burnundan akan köpüklü, sıcak, yapışkan sümük üzerine bulaştı. Vicdansız değildi, sadece bazen o hoş kokulu çiçekleri koparmak istediği gibi, o şeker çocuğu da öldürmek istiyordu. Kendini toplamaya çalıştı; göz yaşlarını sildi, burnunu temizledi, bir bardak su içti, tek hamlede kızın küçücük elini satırla kesti, blenderın yuvarlak haznesine attı. Sonra diğer eli de kesti, ama fırlatmadı. Minik elin yüzük parmağındaki yara izinin öyküsünü duymak isterdi. Bir gülün dikeni böyle derin bir çizik atmış olabilir miydi? Ya da gerçekten vicdansız insanların dışarıda her hangi bir yere gerdiği dikenli tellere takılmıştı zavallı. Keşke o parmağa ne olduğunu bilebilse, o kızın canını yakan, o her neyse işte onu parçalara ayırsa, yok etseydi. Kocaman ellerindeki o minyatür ele sıcak bir öpücük kondurdu, blendera koydu.

O güzel yüze bakarak daha fazla devam edemezdi vücudu kesmeye. Önce bir perininkine benzer burnu kesti. Göz kapaklarını kesti, ürpertici bir hal almıştı doğrusu ama durmadı, dudaklarına bıçağın ucunu batırıp, bir kaç kez çevirdi, parçalanan kıpkırmızı dudaklar kalbinde bir yerlere dokundu tekrar. Ne vardı ağlayacak, üzülecek. Olan olmuştu, bir kez daha koparmıştı o güzelim çiçeği. Ne vardı sanki sadece koklasa, hatta sadece rüzgara karışan kokusuyla yetinse, hiç yanına yaklaşmasa, güzelliğinin büyüsüne kapılmasa. Kafayı gövdeden ayırdı, sandalyenin üzerine koydu. Artık hiç gülemeyecek yeşil gözlere baktı. Derinlerinde bir şeyler vardı. Yaşanmamışlıklar. Kelebekler. Asla elini tutamayacağı sevgilisi. Elleriyle yüzünü avuçlarına aldı, derin bir nefesi çekti içine havayı bitirmek istermişcesine. Göz yaşlarını sildi, blenderın kapağını kapattı, düğmesine bastı, o acımasız motor keskin bıçakları döndürdü, güzelliğe lanet olarak yağdı, onu mahvetti.


Uykusuz gecenin sonunda banyoyu kandan temizledi, duş aldı, öldürücü sabaha inat garip sıcak duygularla sokağa attı kendini. Yavaşca dolup taşan sokaklarda yer aradı kendine. Neden bu insanlar bu kadar zalim diye düşündü, tatmin edici bir cevap bulamadı. "Zalim oldukları için zalimler işte!" dedi. Karanlık yine yapay ışıklarla delik deşik edilirken eve döndü. Tüm gün yemek yememişti, yine yemeyecekti. Hiç uykusu olmadığı halde yatağa yattı. Tüm gün düşündüklerini tekrar tekrar düşündü.


Aylar sonra kabus son bulmuştu. Elleri ceplerinde bir adam bu sabah gelip teslim olmuş, her şeyleri anlatmıştı donuk bir ifadeyle. Sorgu odasında onun itiraflarını dinleyen polislerin ekşi suratları anlatılanların vahşetinin karşısında kıvranıyorlardı. "Neden mi öldürdüm o günahsızları...? Sizlerden korumak içindi. Tüm güzelliklerin içine sıçıyorsunuz, sonra da kendinizi günahsız ilan ediyorsunuz. Dışarıdaki tüm o insanlar hemen yok edilmeli. Hepiniz hastalıklısınız! Bana masum rolü yapmayı, duyduklarınız yüzünden suratlarınızı büzüştürmeyi kesin! Emin olun, şeytanı tanısaydınız eğer, sizden çok daha masum olduğunu görürdünüz." dedi ve bir daha asla konuşmadı. Onlarla konuşmak bu günahsız ruhuna hakaret etmek olurdu.

17 Ocak 2013 Perşembe

Parka Gittim Sallanıyorum...

Salıncakları plastikten yapıyo artık orospu çocukları. On yaşından büyüksen sallanman mümkün değil! Rüzgarı yüzümde hissetmek istiyorum, yine eskisi gibi.
Biraz rüzgar çarptığında başım ağrıyor artık, genç hissetmiyorum kendimi. Gülmüyorum eskisi kadar, olgunluk mu diyorlar buna?
Çay içiyorum artık, hem de şekersiz. İçmezdim eskiden, tadı kötü gelirdi; tadı kötü olan çok şey içiyorum artık, farketmiyor tadı.
Herkesi de sevemiyorum, sevdiklerimi daha az seviyorum; belki de asıl önemlisi aşık olamaz oldum.

Tuvalet kağıdı var mı sizde?
Boktan düşüncelerimi normal kağıtlara yazamam çünkü!