13 Ağustos 2013 Salı

FAZLASIYLA KOPUK BİR HİKAYE


           İki iri kıyım askerin arasında kendini minicik hissetti kadın. Askerler ileri, kadın yere bakıyordu; merdivenlerden çıktılar, koridorlardan geçtiler, sonunda kadının büyük olduğunu sandığı bir kapıyı aşıp genişçe, aydınlık bir salona girdiler. Kadın ilk kez kafasını kaldırdı, etrafa olabildiğince hızlı bir göz attı, karşıdaki masanın başında oturan adam, askerleri bir işaretiyle dışarı yolladı; dudaklarının sol köşesindeki sigarayı yakarken kadına oturması için belli belirsiz bir harekette bulundu.
           Uzun uzun süzdü kadını. Bakışlarının yoğunluğuyla kadını on binlerce noktaya ayırıp, her bir noktayı beynine işler gibi gözlerini bir an olsun kadının üzerinden ayırmadan, dikkatle izliyordu adam. Kadınsa biraz çekingenlik, çoğunlukla korkudan, koltuğun ancak kenarına ilişmiş, gözleri tahta zeminde bir şeyler arar gibi ancak ağır ağır geziniyordu. Kadının yüzü, biraz duyduğu korkudan, biraz da zaten öyle olduğundan sapsarıydı. Hafif dalgalı, kumral saçlarının arkasından dolaştığı, azıcık dışa çıkık güzel kulakları; uzun kirpiklerin arasındaki açık kahverengi gözleri, burnunun üzerindeki belli belirsiz çıkıntı...
           General diye hitap ediyorlardı adama. Bu civarı emrindeki beş para etmez adamlarıyla bir kaç ay önce ele geçirmişti; o günden beri bu yöredeki herkes, her şey onundu. Fazlasıyla acımasız, cani, vahşetini anlatmaya kelimelerin yetmeyeceği bir katildi. Artık filtresine kadar yanan sigarasından son bir koyu duman çekti, izmariti ahşap zemine attı, topuğuyla üstünü çiğneyip öldürdü zavallıyı. Odadaki sonsuza kadar sürecekmiş gibi duran sessizliği de öldürmeye karar vermiş olacak ki konuşmaya başladı.
            "Biliyor musun ben çok boktan biriyim. Bunu söylemeye kimsenin cesareti yok ama bu da benim boktan biri olmamla ilgili sanırım. Bunun son derece farkındayım çünkü bunu söyleyemeyen herkes de en az benim kadar boktan. Savaşmak konusunda inanılmaz başarılıyım, öldürmek konusunda da. Sayısız düşmanı alt ettim, binlerce insan öldürdüm. İsteyip de ele geçiremeyeceğim bir yer yok. Şu anda bile bir ucundan diğer ucuna bir günde gidemeyeceğim kadar toprağın tek hakimiyim, içindeki insanlarla birlikte. Ama şimdi, senin karşında, oturmuş seni izlerken, her noktanı ezberlemeye çalışırken neyi arzuladım biliyor musun? Senin bana aşık olmuş olmanı. Gerçekten beni sevmeni. Tüm bu boktan insanları, evleri, ağaçları, o küçücük boktan karıncaları, tüm bu çevredeki asla çıplak ayaklarımla üzerinde dolaşamayacağım boktan toprağın üzerindeki boktan çimleri senin bana aşık olmuş olmana binlerce kez değişirdim. Arzum bir şehir olsa, onu fethederdim; arzum bir intikam olsaydı, onu kanlarda boğulurcasına alırdım; arzum destansı bir savaş olsaydı, kahramanca savaşırdım. Benim şu boktan hayatta tek bildiğim, tek becerebildiğim savaşmak, öldürmek. Oysa senin bana aşık olabilmeni, seni kendime aşık etmeyi nasıl da isterdim. Bunu asla başaramayacak olmam benim için nasıl hazin. İşte bu çaresizlik benim kendime fena halde kızmama neden oluyor. Kendime kızdığımda ise herkesten, her şeyden ölesiye nefret ediyorum. Ve katliam. Çok üzgünüm."
               Kadın tereddütlerle dolu, ürkek bir hareketle başını hafifçe kaldırdı, adama tavşan hızında bir göz attı, tekrar zeminin sıkıcılığında ilginç bir şeyler aramaya başladı. Çizgi filmdeki Kabasakal'a benziyordu adam. Aptal Safinaz'ın neden her zaman yamuk ağızlı, sünepe Temel Reis'i seçtiğini daha önce anlamamıştı, şimdi anlıyordu. Sorun Kabasakal'ın kötü olmasındaydı.

               Adam ayağa kalktı, belinden kamasını çıkardı, korkudan taş kesilmiş kadına usulca yaklaştı, kadının saçlarını nazikçe avucuna aldı, eğilip derin derin kokladı. Elindeki kamanın ucunu kadının boğazına dayadı, "Git!" diye fısıldadı...



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder