İki iri kıyım askerin arasında
kendini minicik hissetti kadın. Askerler ileri, kadın yere
bakıyordu; merdivenlerden çıktılar, koridorlardan geçtiler,
sonunda kadının büyük olduğunu sandığı bir kapıyı aşıp
genişçe, aydınlık bir salona girdiler. Kadın ilk kez kafasını
kaldırdı, etrafa olabildiğince hızlı bir göz attı, karşıdaki
masanın başında oturan adam, askerleri bir işaretiyle dışarı
yolladı; dudaklarının sol köşesindeki sigarayı yakarken kadına
oturması için belli belirsiz bir harekette bulundu.
Uzun uzun süzdü kadını.
Bakışlarının yoğunluğuyla kadını on binlerce noktaya ayırıp,
her bir noktayı beynine işler gibi gözlerini bir an olsun kadının
üzerinden ayırmadan, dikkatle izliyordu adam. Kadınsa biraz
çekingenlik, çoğunlukla korkudan, koltuğun ancak kenarına
ilişmiş, gözleri tahta zeminde bir şeyler arar gibi ancak ağır
ağır geziniyordu. Kadının yüzü, biraz duyduğu korkudan, biraz da zaten öyle olduğundan sapsarıydı. Hafif dalgalı, kumral saçlarının
arkasından dolaştığı, azıcık dışa çıkık güzel kulakları;
uzun kirpiklerin arasındaki açık kahverengi gözleri, burnunun
üzerindeki belli belirsiz çıkıntı...
General diye hitap ediyorlardı adama.
Bu civarı emrindeki beş para etmez adamlarıyla bir kaç ay önce
ele geçirmişti; o günden beri bu yöredeki herkes, her şey
onundu. Fazlasıyla acımasız, cani, vahşetini anlatmaya
kelimelerin yetmeyeceği bir katildi. Artık filtresine kadar yanan
sigarasından son bir koyu duman çekti, izmariti ahşap zemine attı,
topuğuyla üstünü çiğneyip öldürdü zavallıyı. Odadaki
sonsuza kadar sürecekmiş gibi duran sessizliği de öldürmeye
karar vermiş olacak ki konuşmaya başladı.
"Biliyor musun ben çok boktan
biriyim. Bunu söylemeye kimsenin cesareti yok ama bu da benim boktan
biri olmamla ilgili sanırım. Bunun son derece farkındayım çünkü
bunu söyleyemeyen herkes de en az benim kadar boktan. Savaşmak
konusunda inanılmaz başarılıyım, öldürmek konusunda da.
Sayısız düşmanı alt ettim, binlerce insan öldürdüm. İsteyip
de ele geçiremeyeceğim bir yer yok. Şu anda bile bir ucundan diğer
ucuna bir günde gidemeyeceğim kadar toprağın tek hakimiyim,
içindeki insanlarla birlikte. Ama şimdi, senin karşında, oturmuş
seni izlerken, her noktanı ezberlemeye çalışırken neyi arzuladım
biliyor musun? Senin bana aşık olmuş olmanı. Gerçekten
beni sevmeni. Tüm bu boktan insanları, evleri, ağaçları, o
küçücük boktan karıncaları, tüm bu çevredeki asla çıplak
ayaklarımla üzerinde dolaşamayacağım boktan toprağın
üzerindeki boktan çimleri senin bana aşık olmuş olmana binlerce
kez değişirdim. Arzum bir şehir olsa, onu fethederdim; arzum bir
intikam olsaydı, onu kanlarda boğulurcasına alırdım; arzum
destansı bir savaş olsaydı, kahramanca savaşırdım. Benim şu
boktan hayatta tek bildiğim, tek becerebildiğim savaşmak, öldürmek.
Oysa senin bana aşık olabilmeni, seni kendime aşık etmeyi nasıl
da isterdim. Bunu asla başaramayacak olmam benim için nasıl hazin. İşte bu çaresizlik benim kendime fena halde
kızmama neden oluyor. Kendime kızdığımda ise herkesten, her
şeyden ölesiye nefret ediyorum. Ve katliam. Çok üzgünüm."
Kadın tereddütlerle dolu, ürkek bir
hareketle başını hafifçe kaldırdı, adama tavşan hızında bir
göz attı, tekrar zeminin sıkıcılığında ilginç bir şeyler
aramaya başladı. Çizgi filmdeki Kabasakal'a benziyordu adam. Aptal
Safinaz'ın neden her zaman yamuk ağızlı, sünepe Temel Reis'i
seçtiğini daha önce anlamamıştı, şimdi anlıyordu. Sorun Kabasakal'ın
kötü olmasındaydı.
Adam ayağa kalktı, belinden kamasını
çıkardı, korkudan taş kesilmiş kadına usulca yaklaştı,
kadının saçlarını nazikçe avucuna aldı, eğilip derin derin
kokladı. Elindeki kamanın ucunu kadının boğazına dayadı,
"Git!" diye fısıldadı...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder